Sunday, December 28, 2008

Gün uzar yüzyıl olur


Mankurt ve mankurtlaşma deyimini literatürümüze kazandıran kişi yirminci yüz yılın en büyük romancılarından biri olan kırgız türk’ü Cengiz Aytmatov’dur. Cengiz Aytmatov’un Türkiye türkçesine “Gün Uzar Yüzyıl Olur” adıyla çevrilen romanında yer verdiği bir kırgız efsanesinde geçer bu deyim. “Nayman Ana” söylencesine göre, kırgızların komşusu ve can düşmanı olan Juan-juanlar son derece gaddar ve acımasızdırlar. Fırsat buldukları zaman komşu kabile ve oymaklara baskınlarda bulunurlar; yakıp yıkarlar, ne bulurlarsa yağmalarlar ve alıp götürdükleri genç tutsakları da mankurtlaştırarak ölünceye kadar kendilerine köle yaparlar. Genç bir tutsağın önce diri diri kafa derisini yüzerler, sonra yaş bir deve derisini kafasına sıkıca sarıp günlerce güneşte bırakırlar. Deve derisi kurudukça kafayı sıkar ve genç tutsağın beyni zedelenip en sonunda hiçbir şey hatırlayamaz hale gelir. Kimdir, nedir, necidir, nereden gelmiştir? bu soruların hiçbirinin cevabını veremez. Bu hale gelmiş kişi artık bir mankurt olmuştur ve serbest bırakılsa bile kaçıp gidebileceği hiçbir yer yoktur. Öyle biri ölünceye kadar juan-juanların gönüllü kölesi olarak kalmaya mahkumdur. İşte juan-juanlar nayman ananın da yetişkin bir oğlunu tutsak edip götürmüşler ve onu da bir mankurt haline getirmişlerdir. Ama oğlundan bir türlü vazgeçmeyen ve onu bulup geri getirmeye kararlı olan nayman ana, araya taraya juan-juanların develerini gütmekle görevlendirdikleri oğlunun izini bulur ve gizlice onun bulunduğu yere kadar sokularak karşısına çıkar. Ne var ki oğlu kendisini tanımamaktadır. Kendi adını dahi bilmemektedir. Nayman Ana ısrarla oğluna kendisini tanıtmaya çalışır. Ona adını, kendi adını, babasının adını boş yere tekrarlayıp durur. Ama oğlu geçmişine ilişkin en ufak bir şey hatırlayamamaktadır. Birkaç gün daha oğluna geçmişini hatırlatmak için yanına kadar sokulan nayman ananın her seferinde oğluna söylediği şudur:”senin atan (baban) dönenbay. sen dönenbay’ın oğlusun!” Fakat birgün oğlunun efendisi olan juan-juanlar durumdan işkillenirler ve köleye karşısına çıkacak yabancı her kim olursa olsun onu oklayıp öldürmesi buyruğunu verirler. Köle elbette bu emre itaat edecektir. Nitekim nayman ana son bir kez daha karşısına çıktığında oğlunun elindeki yay ve oku kendisine doğru yönelttiğini görür ve bu onu son görüşü olur. Köle efendilerinin buyruğunu yerine getirmekte bir an bile duraksamamış ve okunu annesinin kalbine saplamıştır. Söylenceye göre zavallı nayman ananın ruhu bir kuş olur ve sürekli olarak juan-juanların mankurtlaştırdığı biricik oğlunun başının üstünde durmadan döner. Dönerken de sürekli olarak “senin atan dönenbay! senin atan dönenbay! dönenbay” diye tekrarlayıp durur. Bundan ötürü o kuşun adına “dönenbay” kuşu demişlerdir…

Romanda anlatılanlar, bir günün hikayesidir. Ama yüzyıldan fazla süren bir günün yüzyıllık süreye yayılan olayların hatırlandığı bir günün hikayesidir bu. Yedigey dostu kazangapın öldüğü gün kendi hayatının ve sarı özek bozkırlarının bütün geçmişini hatırlar. Bir kırgız efsanesi olan nayman ana ve juan juanlar tarafından kaçırılıp başına deve derisi geçirilen şuurları kaybettirilip mankurtlaştırılan bir gencin hikayesi anlatılır. Bunu öldükten sonra ana beyit'e gömülmek istenen kazangap'ın çocuğu sabitcan'ın, babasının vasiyeti olan gömülmek istediği yer konusunda göstermiş olduğu esneklikle ilişkilendirdiğini söylemek yerindedir sanırım. Aytmatov da bununla tamamen - bunu bir söyleşisinde de belirttiği gibi- sovyet sisteminin yaratmaya çalıştığı genel insan anlayışına bağlar, hatta çağdaş mankurt diyor.

Nayman Ana'nın oğlu için okuduğu ağıt şu şekildedir:

ah oğul!
düşmanlar belleğini kökünden söküp attıkları, başına deve derisi sararak kuruyan derinin yavaş yavaş büzülmesiyle, kerpetenle ceviz kırarcasına beynini sıkıştırdıkları kafana görünmeyen bir çember geçirip, kanla karışık korku gözyaşlarıyla yuvarlaklarını dışarı fırlattıkları sarı özekin dumansız ateşinde ölüm öncesi susuzluğun seni canından bezdirdiği dudağını ıslatacak bir damla suyun gökten düşmediği zaman herşeye yaşam veren güneş senin için dünyadaki ışıklar arasında karanin karası, kötünün kötüsü, gözlerini kör eden bir ışık olmadı mı?
ah oğul!
sen acıdan kıvır kıvır kıvranırken, avaz avaz çığlıkların bozkırda yankılandığı, geceler-gündüzler boyu çırpınarak ,haykırarak tanrıya seslendiğin gökyüzünden boş yere yardım beklediğin kahredici azaplar sonunda boşalan kusmuklar, ıstırap kasılmalarıyla gövdenden dışarı akan boklar, sidikler içinde debelendiğin, bu pis kokular arasında bir yandan sinekler yer, bir yandan yavaş yavaş aklını yitiririken tükenip gittiğin zaman, hepimizi yaratan, yarattıktan sonra da dünyada kendi başımıza bırakan tanrıyı kalan bütün gücünle lanetlemedin mi?
ah oğul!
karanliğin örtüsü,işkencenin sakatladığı aklını ağr ağır dışarıya kapadığı zorla elinden alınan belleğin geçmişle bağlantısını geriye dönülmez bir şekilde kopardığı yaban hayvanları gibi çırpındığın sırada annenin bakışını yaz günleri oyun yerin olan dağin dibindeki akan derenin şiriltisini, unuttuğun harap olmuş bilincinde, kendi adin babanin adi kayıplara karıştığı aralarında büyüdüğün insanlarin yüzü sana utangaç utangaç gülümseyen kızın adı, zihninden silinip gittiği, anımsamamanın uçurumuna yuvarlandiğin zaman seni karnında filizlendiren, sonrada böyle bir gün için dünyaya getiren annene lanetlerin en büyüğünü yağdırmadın mı?

Bana göre romanda en çok işkence sahnesi akılda kalır ve insanı etkileyen cümleler kısaca şöyle özetlenebilir: Kafaları traşlanarak deve derisinden yapılmış bir başlık geçirilen insanlar güneşte bırakılırlar. Zamanla kuruyan deve derisi kafaya sıkıca yapışır. Bu arada yeniden uzayan saçlar çıkacak yer bulamazlar ve kafanın içine (beyine) doğru uzarlar. Kişi, zamanla hafızasını kaybederek yaşayan bir robota dönüşür ve sadece efendisini tanır, onun sözünü dinler. Bu insanlara mankurt adı verilir. Romanda da nayman ana, mankurt olan oğlu tarafından öldürülür.

Friday, December 12, 2008

Bilirmisin

Tam sınırdan kaçarken vurulmak nedir bilir misin?
Nöbetçiler ha gördü, ha görecek
Parmaklarının ucu dikenli tellere değdi değecek...
Ama... Bir adım daha atamazsın.
Uzanıp tutamazsın;
Göz pınarlarında donup kalır hayallerin,
Planların, kaçışın, kurtuluşun.
Ve deler sevgi dolu yüreğini,
Sevgi bilmeyen bir kurşun.
Bir okyanus da boğulmak nedir bilir misin?
Batan bir gemiye el sallayamamak, oturup ağlayamamak,
Birkaç kulaç ötedeki bir tahta parçasını tutamamak,
Nedir bilir misin?
Sevmek nedir bilir misin?
Bir şeyler tutuşur yüreğinde kıpır kıpır
Bütün benliğini sarar, ısıtır.
Her gülüşte yeniden doğarsın
Ve bin kere ölürsün her iç çekişte
Nasıl anlatsam bilmem ki.
Yani 'sevmek' işte.
Duymak nedir bilir misin?
Duymak, ama anlatamamak
Çemberini kıramamak kelimelerin.
Tam dilinin ucuna gelmişken söyleyememek
'Seviyorum' diyememek
Yani ölümü yaşamak nedir bilir misin?

Ümit Yaşar OĞUZCAN

Dudak Payı

Çay bardağında bırakılan
Dudak payı kadar bile
Uzak kalamam gözlerine
Yakın olsun isterim
Ellerime ellerin
Yanındaki beton binaya
Yaslanması gibi
Köhne bir evin
Seni bir çivi
Gibi çaktım
Çünkü beynime
Ve toplayıp
Bütün kerpetenleri
Attım denize.

Sunay Akın

Her şey sende gizli

Yerin seni çektiği kadar ağırsın,
Kanatların çırpındığı kadar hafif.
Kalbinin attığı kadar canlısın,
Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç.
Sevdiklerin kadar iyisin,
Nefret ettiklerin kadar kötü.
Ne renk olursa olsun kaşın gözün,
Karşındakinin gördüğüdür rengin.
Yaşadıklarını kar sayma,
Yaşadığın kadar yakınsın sonuna;
Ne kadar yaşarsan yaşa,
Sevdiğin kadardır ömrün.
Gülebildiğin kadar mutlusun,
Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin.
Sakın bitti sanma her şeyi,
Sevdiğin kadar sevileceksin.
Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer
Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın.
Bir gün yalan söyleyeceksen eğer,
Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın.
Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret
Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın.
Unutma yagmurun yağdığı kadar ıslaksın,
Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak.
Kendini yalnız hissetiğin kadar yalnızsın
Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü.
Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin.
İşte budur hayat!
İşte budur yaşamak, bunu hatırladığın kadar yaşarsın.
Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün
Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun.
Çiçek sulandığı kadar güzeldir,
Kuşlar ötebildiği kadar sevimli,
Bebek ağladığı kadar bebektir.
Ve herşeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da öğren,
Sevdiğin kadar sevilirsin.

Can Yücel

Thursday, December 11, 2008

Uzun yolları da göze alabilen bir dostluk

Ya biz, binde bir karşımıza çıkan dostluk,
arkadaşlık, sevgililik fırsatlarını ne yapıyoruz?
Akşamüstünün bir saatinde,
yorgun gövdemizi yaslayıp mırıl mırıl konuşabileceğimiz,
omzumuza dolanan bir kolun,
başımızı yaslayabileceğimiz bir omzun,
belimizi kavrayan bir elin,
uzun yollara dayanıklı aşkların sahibi karşımıza çıktığında
tanıyabiliyor muyuz onu, değerini biliyor,
biricikliğini, benzersizliğini anlayabiliyor muyuz?

Yoksa hayatı sonsuz, fırsatları sayısız sanıp
kendimizi hep ilerde
birgün karşılacağımızı sandığımız bir başkasına
bir yenisine ertelerken
hayat yanımızdan geçip gidiyor mu?

Karşımıza erken çıkmış insanları yolumuzun dışına
sürerken bir gün
geri dönüp onu deliler gibi arayacağımızı hiç hesaba katıyor muyuz?
Hayat her zaman cömert davranmaz bize,
tersine çoğu kez zalimdir.
her zaman aynı fırsatları sunmaz,
toyluk zamanlarını ödetir.
Hoyratça kullandığımız arkadaşlıkların,
eskitmeden yıprattığımız dostlukların,
savurganca harcadığımız aşkların hazin hatırasıyla
yapayalnız kalırız bir gün

Bir akşamüstü yanımızda kimse olmaz,
ya da olanlar olması gerekenler değildir.
Yıldızların bizim için parladığını göremeyen gözlerimiz,
gün gelir hayatımızdan kayan yıldızların gömüldüğü maziye kilitlenir...

Kedilerin özel bir anını yakalamak gibidir kendi hayatımızdaki
olağanüstü anıları ve olağanüstü kişileri yakalamak.
Bazılarının gelecekte sandıkları 'Bir gün' geçmişte kalmıştır oysa;
hani şu karşıdan karşıya geçerken trafik ışıklarında rastladığımız ,
omzumuzun üzerinden şöyle bir baktığınız sonra da boşverip
'Nasıl olsa ileride bir gün tekrar karşıama çıkar'
dediğinizdir.

Oysa tam da o gün bu zalim şehri terk etmiştir o;
boş yere bu sokaklarda aranırsınız...

Murathan Mungan

(bu şiire bayılıyorum ya hiçbir şeyi ertelememiz gerektiğini ve ileride pişmanlık duyabileceğimizi çok güzel anlatmiş bence.)

Monday, December 8, 2008

Konu savaş ve savaş psikolojisi

Savaş psikolojisini iyi anlatabilmiş diyebileceğim 3 tane film seçtim. Bu filmlerin bir diğer ortak yönü ise üçünün de Vietnam savaşı‘ndan sonra çekilmiş olmaları… Hollywood endüstrisi bu adaletsiz savaştan oldukça kar etmişe benziyor. Yine de biraz olsun objektif kalmayı başarabilmiş birkaç film var…İşte onlardan bazıları:

1-Apocalypse Now

Albay Kurtz:

“Dehşet…Dehşetin bir yüzü vardır…ve sen dehşetle arkadaş olmalısın.
Dehşet ve manevi terör senin arkadaşlarındır.
Eğer değillerse korkulacak düşmanlardırlar.

Özel Birlik’te olduğum zamanı hatırlıyorum da, yüzyıllar önce olmuş gibi geliyor…
Çocuklara aşı yapmak için kampa gitmiştik…
Çocuklara kolera aşısı yaptıktan sonra kampı terk ettik.
Ve yaşlı bir adam arkamızdan geldi.Bir şeyler taşıyordu.
Hiçbir şey söyleyemedi…

Oraya geri gittik.
Onlar gelmişler ve bütün aşılı kolları kesmişler.
Orada birikmiş bir şeyler vardı,küçük kollar yığını…ve hatırlıyorum…
Ben…ben…Ben ağlamıştım.
Büyükanneler gibi gözyaşı dökmüştüm.
Dişlerimi kırmak istedim…”


2-Full Metal Jacket

(İçinde vietnamlı köylülerin bulunduğu toplu bir mezarın başında er joker ve bir albay konuşurlar..Er Joker’in üniformasının üzerinde bir barış rozeti takılıdır)

Albay: O rozet de ne?
Er Joker: Barış işareti efendim.
Albay: Nereden buldun onu?
Er Joker: Hatırlamıyorum efendim.
Albay: Kaskında ne yazıyor?
Er Joker: ”Öldürmek için doğdum.” efendim.
Albay: Kaskına ”öldürmek için doğdum” yazıp barış rozeti takıyorsun. Bu saçmasapan bir şaka mı Palyaço? Ne anlama geliyor bu?
Er Joker: Bilmiyorum efendim.
Albay: Hiçbir şey bilmiyorsun…Soruma cevap ver, yoksa disiplin cezası alacaksın.
Er Joker:İnsan ruhundaki ikiliğe gönderme yaptım efendim…İnsan ruhundaki ikilik, Jung’un düşüncesi.
Albay: Sen kimin tarafındasın?
Er Joker: Bizim efendim.
Albay: Ülkeni sevmiyor musun?
Er Joker: Evet efendim.
Albay: O zaman kurallara uy. Bize katıl ve büyük zafer için çalış. Askerlerimden emirlerime Tanrının emirlerine uydukları gibi uymalarını isterim…Vietnamlılara yardım ediyoruz, çünkü hepsinin içinde dışarı çıkmaya çalışan bir Amerikalı var.

3-Platoon

(Er Chris Taylor’ın büyüannesine yazdığı mektuptan bir kesit)

“…Bir zamanlar birileri şöyle yazmış.”Cehennem, mantığın imkansızıdır.”
İşte burası tam da böyle - cehennem…
Şimdiden nefret ediyorum ve daha bir hafta oldu. Lanet bir hafta, büyükanne.
Yaptığım en zor iş ön kolcu olmak…Bu hafta bunu üç kere yaptım.
Ne yaptığımı bilmiyorum…
Düşman bir metre önümde olabilirdi ve ben bunu bilemezdim…. Çok yorgunum…
Sabahın beşinde kalkıp gün boyu çalışıyoruz, ikindide kamp kuruyoruz, avcı çukuru kazıyoruz, yemek yiyip gece pususu veya ormanda dinleme noktası kuruyoruz. Kimse ne nasıl yapılır söylemiyor, çünkü ben yeniyim.
Yeniler kimsenin umurunda değil. Adını bile öğrenmek istemiyorlar.
Yeninin hayatı önemli değil, çünkü o henüz yükünü taşımamış…
Dediklerine göre, öleceksen ilk birkaç hafta içinde ölmek daha iyi… Sebebi de, çok fazla acı çekmemiş oluyorsun.
Şansın varsa, çevreye yatıp üç saattebir nöbet değiştiriyorsun. Belki gecede üç-dört saat uyuyorsun. Ama gerçek anlamda uyumuyorsun.
Buna bir yıl boyunca dayanamam, büyükanne… Buraya gelmekle çok büyük birhata yaptığımı düşünüyorum…”

(Alıntıdır.)

Apocalypse Now bize bu psikolojiyi dolaylı yoldan anlatmaya çalışmış. Burada otoritenin baskısının insan doğası karşısında ne kadar çaresiz kaldığını görüyoruz. Albay Kurtz her ne kadar emirleri vermekle sorumlu bir asker olsa dahi iş bu emirleri sorgulama safhasına geldiğinde durum çok farklı bir hal alıyor ve “insanlık” kavramı burada rolünü üstleniyor.
Full Metal Jacket ise bize bir ikilemi anlatmış… Er joker bir yandan barış kavramı üzerine bazı yorumlara sahipken öte yandan mihferindeki “born to kill” yazısı ile bu ikilemi açıklıyor. Savaş psikolojisi ve bulunduğu ortam onu “öldürmek için doğmak” kavramına yoğunlaştırmış olsa bile, o aslında bir barış yanlısı olarak görünüyor. Barış rozeti, öyle bir savaş ortamında ikilemlerin en çaresiz hali gibi…
Platoon filmi ise bu iki eserin oldukça dışında bir görüntü çizmekte… Çaresizlik Er Chris Taylor’ın mektubundan çok güzel okunuyor… Savaş psikolojisinin belki de en saf hali…Düşünme kavramından çok uzaklarda, sadece emirleri uygula doğrultusunda hareket eden bir karakter çizilmiş bu filmde…

Thursday, December 4, 2008

How much dolars are you worth?

Sizce kaç dolar edersiniz?

Her insanın bir değeri var mıdır? Eğer bu soruya "Evet," yanıtını veriyorsanız, humanforsale.com adlı internet sitesinin anketine katılarak kaç dolar ettiğinizi öğrenebilirsiniz. Bu değer, vücut yapısı, eğitim seviyesi, gelir, yaş, boy ve kilo gibi özellikler göz önüne alınarak hesaplanıyor. Ama en önemli kural, sorulara dürüstçe cevap vermek. Kimliğinizi belirtmeden ankete katılabiliyorsunuz. Şimdilik 10 milyonun üzerinde kişinin fiyatı belirlenmiş durumda. Buradan değerini merak eden çok fazla kişinin olduğu sonucunu çıkarmak mümkün. İnternet sitesindeki sorular, üç bölüme ayrılmış durumda. İlki fiziksel faktörler. Burada yaş, boy, saç ve göz rengi, ayak numarası ve etnik özelliklerinizin yanı sıra IQ seviyeniz ve kaç dil konuştuğunuz soruluyor. İkinci bölümde hayat tarzınıza dair sorular var. Alkol ve sigara kullanıp kullanmadığınız, ne sıklıkta spor yaptığınız, kumarla olan ilişkiniz gibi... Üçüncü bölümde ise kişisel özelliklerinizi belirtmeniz isteniyor. Yetenekleriniz, yardım kuruluşlarında çalışma isteğiniz veya hangi konulara duyarlı olduğunuz da cevaplandırmanız gereken sorular arasında.
(alıntı sabah 2007)

http://www.humanforsale.com/

(ilginç bi site olmuş bence girmenizi tavsiye ederim IQ'nuzu öğrenmek için de bir test bulunuyor fakat basit sorular sorulmuş ki normal bi insanın IQ'su ortalama 90-109 arasındadır. 110 ve üstü ileri zekalı, 120 ve üstü üstün zekalı, 130 ve üstü çok üstün zekalı olarak kabul edilir ki testi çözdüğümde benim 140 çıktı yani pek gerçeği yansıtıcı bir test değil onu belirtmek istedim. ve sonunda her özelliğiniz fiyatlanıp toplanıyor.)

Saturday, November 29, 2008

Sibirya petrolün tadını çıkarıyor


Vakit gece yarısını bulmuş. Palace lokantasının dans pistindeki çiftler kendilerini müziğin yumuşak ritmine bırakmış dans ediyor. "Za nas, za neft -Bize ve petrole" diye mırıldanıyor şarkıcı.

Yaşam bizi nereye sürüklerse,
Bize ve petrole,
Kadehlerimizi ağzına kadar dolduralım...

Batı Sibirya'nın Hantı-Mansi eyaletinde Petrolcüler Günü. Petrol işçilerinin -neftyaniki- zorlu çalışma koşullarının onuruna her yıl eylül başlarında bir gün, yazın sivrisineklerin en yoğun olduğu dönemden sonra ve ekimden -ilk kar düşmeden- önce kutlanıyor. Gün ışığı yitip gitmekteyken, binlerce kişilik kalabalık, açık havadaki dev spor tesisinde saatler öncesinden toplanıyor. Sahnenin ardında koyu yeşil, gür bir orman uzanıyor. Balonlar salıveriliyor, meşaleler yakılıyor ve topluluk hep bir ağızdan şarkı söylüyor:

Hepimizin tek bir eğlencesi var,
Ve ihtiyacımız olan tek şey de o,
Yüzümüzü yeni petrolle yıkamak,
Sondaj kuyusundan gelen petrolle.

Rusların petrolü kutlamasında şaşılacak bir şey yok. Çünkü devir, ekonomik patlama devri. Küresel petrol fiyatları 1998'den bu yana on kat arttı ve Rusya, Suudi Arabistan'ı geride bırakarak dünyanın bir numaralı ham petrol üreticisi oldu. Kremlin'in bütçesi şimdi yeni okullar, yollar ve ulusal savunma projeleri için ayrılan fonlarla dolup taşıyor ve Moskova'nın yeni zenginleri malikâne boyutlarındaki "daça"lara milyonlarca dolar para harcıyor.

Patlamanın kalbi, batı Sibirya'nın -günde yaklaşık 7 milyon varil ile Rus petrolünün yüzde 70 civarında bir bölümünü üreten- petrol sahaları... Zengin yataklar, yaklaşık Fransa büyüklüğünde bir eyalet olan Hantı-Mansi'ye, adı her zaman zorlu iklim koşullarını ve ıssızlığı çağrıştıran bu bölgede modern, hatta arzu edilir yaşam koşulları sağlama konusunda eşsiz bir olanak sunuyor.

Hantı-Mansi'nin eyalet başkenti, petrolcüler günü kutlamalarına sahne olan yer, petrol vergi gelirleriyle yeniden yapılanıyor. Yeni yapıların arasında bir havaalanı terminali, 19. yüzyıl Rus ustalarının eserlerinin sergilendiği bir sanat müzesi ile matematik ve sanat alanında yetenekli çocuklar için yapılmış çok iyi donanımlı iki yatılı okul bulunuyor. Bir zamanlar durağan bir taşra kasabası olan Surgut'ta bile bugün yeni banliyöler gelişiyor.

Ancak petrolün sağladığı tüm bu olanaklar bölgenin elinden kayıp gidebilir. Petrol fiyatlarındaki ciddi artışa rağmen batı Sibirya'daki petrol üretimi son yıllarda sabit bir seyir izliyor. 2008'in ilk birkaç ayında Rusya'daki petrol üretimi son on yıldır ilk kez düşüşe geçti. Ve petrol üretim miktarı 2004-2007 arasında hemen hiç artmadı. Bu dönem, donuk bakışlı, kontrol odaklı Kremlin yöneticilerinin, bir zamanlar özel petrol patronlarının elinde olan gözde petrol sahalarını ele geçirdiği yıllardı.

Özel petrol patronları -namı diğer oligarklar-, değerli toprakları kendi aralarında paylaşmaya çalışan türden, açgözlü kişilerdi. Ama aynı zamanda üretimi ve kârı artırmak için petrol sahalarına çok büyük yatırımlar da yaptılar. Buna karşılık Kremlin, petrolü yalnızca ulusal bir zenginlik kaynağı olarak değil, Rusya'yı yeniden dünyanın süper gücü haline getirecek siyasi bir araç olarak kullanmayı hedefliyor. Kremlin'in sert tedbirler içeren taktikleri yabancı yatırımcıları temkinli olmaya itiyor ve bu, gelişmenin -aynı zamanda Hantı-Mansi'nin parlak bir geleceğe sahip olma şansının- önüne geçebilir.
National Geo

Tuesday, November 18, 2008

Şimdi burda değilsin

şimdi burda değilsin...
ama beni duyuyosun...biliyorum...
kapat gözlerini benim için ve dinle n´olur...
bak yoksun...
bunun anlamını biliyor musunn....
yokluğun,
yüreğimdeki bu yıldızsız, bu dipsiz karanlık gece...
yokluğun, odamın duvarlarına astığım suretlerine bakarken,
unuttuğum dalgın gözlerim...
yokluğun yastığımda bıraktığın bu kimsesiz saç telleri...
sırf kalemini değdirdiğin için atmaya kıyamadığım bu kağıtlar...
her an gözümün önünde sakladığım mektupların,
peçetelere yazdığın şiirlerin,
hediyelerini sardığın paket kağıtların...
sen gidince,
hala sen kokuyodur, diye üzerime giydiğim
ve derin derin soluduğumm giysilerin...
bu yarı deli...
bu hayattan kopuk ruhum...
kapat gözlerini ve bana bak...
ben ne diye varsa gördüğün, işte o senin yokluğun....
söyle.!
sana neyi anlatayımm...
sabaha karşı çalan telefonumun ucunda,
n´luur bana hayattan kötü davranma diyen...sayıklayan...
o kırgın, o kendine çarpan sesini mi..!

Cezmi Ersöz

Sunday, November 16, 2008

Frankenstein


(İngiliz yazar Mary Wollstonecraft Shelley tarafindan 1816'da yazılmış fantastik bir roman. Tam adı "frankenstein, or the modern prometheus"tur. Ceset parçalarını birleştirerek oluşturduğu ölü vücudu, elektrik akimi yardımıyla canlandırmayı basaran tıp ögrencisi victor frankenstein'in öyküsünü anlatir.)

Felsefi bir roman olan Frankenstein, daha çok korku romanı olarak hatırlanır. Öyle ki, kitabı okumayıp filmini seyretmeyenler için bile Frankenstein adı bir korku unsuru olmuştur. Gerçekte Frankenstein korku veren roman kahramanı değildir. Roman toplum dışına itilen, kendi savaşını veren ve bu savaşta yenilen farklı insanların acıklı öyküsüdür aslında. Romanın kahramanı Dr. Frankenstein hastalıklara son verebilmek için insanı yeniden yaratmayı, böylelikle de ölümsüzlüğe ulaşmayı istemektedir. Deneyleri sonucunda Frankenstein diye bildiğimiz ucubeyi yaratır ama ondan memnun kalmaz ve kaçar. Yaratık ise kendisini yaratanı tanıyordur ve neden insanların ondan korkup kaçtıklarını bilmiyordur, babasını (Dr. Frankenstein'ı) bulup, ondan hesap sormak ister. Yüreği müşfik, mizacı yumuşak olsa da görenlerde korku uyandırdığı için toplumdan tecrit edilir. Frankensteın bir aileyi izlemeye başlar. Ailedeki fertlerin birbirlerine karşı duyduğu sevgiyi görür ve kendisini yalnız hisseder. Babasından(Dr. Frankenstein)bir eş ister ama Dr. Frankenstein onun duygularını önemsemez. Yalnızlığı arttıkça acımasızlaşır ve kendisini yaratandan korkunç bir şekilde öc almaya girişir.

Yaratıcısı Dr. Frankenstein, bilimsel kibrinin, Tanrı'nın yerine geçmeye arzusunun, kadının rolüne soyunmak ve canlı bir varlık "doğurmak" istemesinin bedelini ödeyecektir. Ucube ve yaratıcısının Mont Blanc'ın gölgesinde karşı karşıya gelmeleri ve kutbun ıssız ve vahşi arazilerinde birbirlerini kovalamaları, bir karabasanın sarsıcı etkisi içinde anlatılır.

Yaratığın, tanrısına başkaldırmasını işleyen romanda, Mary Shelley de tanrıya yaşadığı mutsuzlukların sebebini sormaktadır. Annesinin ölümüne sebep olmasının acısı (annesi onu doğururken ölmüştü), mutsuz ve yalnız çocukluğu, sorunlu eşi, ölen çocukları nedeniyle, yarattığı kahraman aracılığıyla tanrıya başkaldırır: -"Madem beni sevmeyecektin, beni neden yarattın?"


bir de mark twain'den dinleyelim, bu öyküde neler gizli:

[ frankenstein took some flesh and bones and blood and made a man out of them; the man ran away and fell to raping and robbing and murdering everywhere, and frankenstein was horrified and in despair, and said, "i made him, without asking his consent, and it makes me responsible for every crime he commits. i am the criminal, he is innocent." ... [that's exactly] the case of god and man... god made man, without man's consent, and made his nature, too; made it vicious instead of angelic, and then said, "be angelic, or i will ill punish you and destroy you." but no matter, god is responsible for everything man does, all the same; he can't get around that fact. there is only one criminal, and it is not man. ]

türkçesi:
[ frankenstein et, kan ve deriden bir adam yaptı; bu adam kaçtı, öldürdü, tecavüz etti, çaldı; frankenstein korku ve umutsuzluk içinde "bu adamı ben yarattım" dedi, "bu adamı kendi isteği ve onayı dışında var ettim; ve bu beni işlediği her suçtan sorumlu kılıyor"; "gerçek suçlu benim, bu adam suçsuz"... işte bu tam tanrı ile insanın durumudur. tanrı insanı ona sormadan yarattı, insanın doğasını da o belirledi. bu doğayı da sadece meleksi bir saflıkla değil, öfke ve kötülük ile de doldurdu. ve sonra da buyurdu insana: "melekler gibi ol, yoksa seni cezalandırırım ve yokederim." herşeye rağmen, insanın yaptığı herşeyden tanrı (yaratan) sorumludur; ve tabi ki bu gerçek asla değiştirilemez. tek bir suçlu vardır aslında, ve bu suçlu insanoğlu değildir. ]

Tuesday, November 11, 2008

Seviyorsam

Nasılsa öyle yaşanacaktı
Söylenecek bir bahane hep vardır
Ha bugün yalnız
Ha günün ötesi
Seni sevmek
Beni harcamak olmayacaktı
Sana yüklediğim anlamları
Senmişsin gibi düşünme
Aldanırsın.
Sen o anlamlarla
Sadece bende varsın
Ben seviyorsam
Sen bahanesin

Özer Bal

Wednesday, November 5, 2008

Global krizde sinsi oyunlar

Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde döviz kurlarının düşük kalması, hatta daha da düşürülmesi için George Soros ve benzeri diğer büyük global oyuncularca çok büyük çaba sarf edilmektedir.
Bunlar batının gelişmiş ekonomilerinin yöneticilerini ve merkez bankalarını, IMF ve Dünya Bankası gibi global finans kurumlarını da ortak amaçları konusunda ikna ettiler.

George Soros’un ve benzeri diğer büyük global oyuncuların aşağıda belirttiğim amaçlarına uygun olarak ABD Merkez Bankasından, batılı ve diğer gelişmiş ülkelerin merkez bankalarından, diğer güçlü bankalarından, Dünya Bankası, Avrupa Kalkınma Bankası ve IMF den istedikleri şu şekilde özetlenebilir.
—ABD, Avrupa ve Japonya Merkez Bankaları'nın ve IMF'in bu maksatla Brezilya, Macaristan, Polonya ve Türkiye gibi ülkelerin merkez bankaları ile “swap” anlaşmaları yaparak onlara yeterli miktarda dolar kredi sağlanması istenmiştir.
—IMF döviz darlığı olan Türkiye, Macaristan, diğer doğu Avrupa ülkeleri, Pakistan gibi ülkelere popülist harcamalardan vazgeçmeleri koşulu bile aranmadan kolayca borç vermelidir.
—ABD ve Avrupa bankalarının gelişmekte olan ülkelere açmış oldukları kredileri geri istemesi engellenmelidir.
—ABD ve Avrupa gelişmekte olan ülkelere batıdan yapılacak ihracata da ihracat kredisi vermelidir ki gelişmekte olan ülkeler gelişmiş ülkelerin mallarını kolayca ithal edebilsinler.

George Soros gibi global fon sahipleri ve yöneticileri gerçekte niçin bu sürecin fikir babası olup başlattılar?

Aşağıda belirttiğim batılı ülke çıkarlarının yanı sıra, onlara ilave olarak hem bu fonların hem de batılı ülkelerin başka ortak çıkarları da bu süreci gerektiriyor. Bu fonların gelişmekte olan Türkiye gibi ülkelerdeki sıcak para (portföy) yatırımları, kriz nedeniyle merkezlerinde ortaya çıkan acil para ihtiyaçlarını karşılamak üzere, yerel para cinsinden (Türkiye’de lira cinsinden) yatırımlardan çıkması gerekiyor. Ancak gelişmekte olan ülkelerdeki döviz darlığı nedeniyle bu fonlar yerel paradan, örneğin Türkiye’deki lira portföylerinden dolara dönüşe geçince döviz kuru yükseliyor. Mesela Türkiye’de dolar kuru 1.8 olduğunda, elindeki lira portföyü ile sıcak para Türkiye’den 60 milyar dolar alıp merkezlerine götürebilecekken, dolar kuru 1.2 olduğunda 90 milyar dolar alıp götürebilecektir.

Yani sadece Türkiye’den aynı miktar lira ile 30 milyar dolar daha çok götürebilecektir. Brezilya, Meksika, Güney Kore, Singapur ve daha çok sayıda gelişmekte olan ülkeleri hesaba kattığınızda bu mekanizmanın Soros gibilere sağlayacağı fayda ( bu ülkelere vereceği zarar) yüzlerce milyar doları bulmaktadır. İşte Soros gibilerinin batılı devlet ve kurumları gelişmekte olan ülkelere kredi seferberliğine yöneltmesinin önemli sebeplerinden birisi budur. Lira portföylerinden daha çok dolar sağlamak. Halbuki IMF ve FED in bu ülkelere vereceği krediler dolar olarak verilecek ve dolar olarak herhangi bir erime, azalma söz konusu olmayacaktır.

Gelişmiş batı ekonomileri ve onların büyük oyuncularının çıkarları neleri gerektiriyor?

Global oyuncuların uygulamaya koydurduğu kredi mekanizmaları gelişmekte olan ülkelerin bağımlılığını artıracak ve batının mallarına harcama yapmalarını, batının üretimini ve gelirini artırmada ve durgunluktan çıkmasında etkili olacaktır.

Onlara göre, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin batının gelişmiş ülkelerinden ithalatları azalmamalı, mümkünse artmalıdır. Böylece gelişmekte olan ülkelerin ithalatı ile kendi ekonomileri taleple beslenip kendi vatandaşlarına gelir yaratırken (tabii ki bu Türkiye için yerli üretimi, vatandaşlarımızın gelirini azaltan tersine bir etkidir) aynı zamanda batı ekonomilerine bağımlılıkları devam edecek ve mümkünse artacaktır. Bu nasıl sağlanabilir. Elbette bu ülkeler borçlandırılarak. Batının serbest piyasa finans sistemi bu borçlandırmayı şimdiye kadar kendiliğinden yapıyordu.

Fakat şimdi krize girdi ve yapamıyor. O halde gelişmekte olan ülkelerin bu borçlanıp bağımlı kalma, kendi öz üretimlerine dönme yerine batıdan ithal etme alışkanlıklarını sürdürebilmeleri için batının büyük oyuncularının çareler bulmaları gerekiyor. Ne olabilir bu çareler? Batının özel sektör finans sistemi borçlandırmaya devam edemiyorsa o zaman devlet kurumları devreye girip Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeleri borçlandırmaya devam etmeliler. Batının büyük oyuncuları ve George Soros gibi büyük fonların sahipleri hemen konuyu pişirip batının kamu yöneticilerine benimsettiler ve hem IMF, hem de ( daha da ilginci tarihinde ilk defa) ABD Merkez Bankası (FED) gelişmekte olan ülkelere daha önce görülmedik bir şekilde borç verme yarışına girdiler.

ABD Merkez Bankası, George Soros’un ve batılı diğer büyük oyuncuların yukarıda özetlediğim isteklerine uygun olarak Brezilya, Meksika, Güney Kore ve Singapur’a 30’ar milyar dolarlık “swap” olanağı tanıdı. Bu ülkelerdeki döviz kurları düşmeye başladı. IMF’nin bolca dolar sağlamaya başladığı ülkelerin sayısı da giderek artıyor. Daha yenileri de olacak. Böylece gelişmekte olan ülkelere verilen astronomik borçlarla onları borçlandırıp, ithalatlarını artırıp gelişmiş ülkelerin kendi mallarına talep yaratmak suretiyle gelişmiş ülkelerdeki ekonomik krizi ve durgunluğu aşmayı kolaylaştırmak istemektedirler. Yani krizi aşmada gelişmekte olan ülkeleri borçlandırıp sömürmek bir araç olarak kullanılmaktadır.

Türkiye’de döviz kurlarının düşmesini isteyenler veya bu yönde girişimde bulunanlar bilmeyerek (bazı bağlantılı kişiler ve şahsi çıkarı gerektirenler ise bilerek) George Soros ve diğer batılı büyük oyuncularla aynı amaca hizmet etmektedirler.

Bizim Merkez Bankası’nın döviz satım ihaleleri de Soros ve benzerlerinin amaçlarına hizmet eder, cari açığı iflas edinceye kadar devam ettirir. Bu günlerde ülke çıkarları Merkez Bankasının döviz satım ihaleleri değil döviz alım ihaleleri yapmasını gerektirir. Aksi halde ülke menfaatleri ve döviz rezervleri yabancı fonlara peşkeş çekilmiş olur. Sonuç daha çok dışa bağımlılık, sömürülme ve teslimiyet olur.

Artık cari açık yoluyla yabancı malı tüketmek için yabancılardan borçlanmak, borçlanılan dövizleri düşük kur sayesinde artan ithalatla tekrar yabancılara geri vererek ülke olarak geleceğimizi tüketmekten vazgeçmeliyiz. Daha birkaç ay öncesine kadar söylenen çari açık problem değil borçlanabiliyoruz şeklindeki günü güllük gülistanlık göstermek uğruna geleceğimizi dinamitleme politikası katiyetle geride bırakılmalıdır. Döviz ihtiyacımızı daha çok ihracat yaparak, daha çok turizm geliri sağlayarak, daha az ithalat yaparak karşılamalıyız. Döviz kuru politikası bu amaca yönelik olmalı, tamamına yakını tüketim esaslı hammadde, ara mal ve tüketim malı ithalatına yapılan harcamaları, popülist nitelikli harcamaları azaltıp onun yerine enerji yatırımlarına, verimlilikte dönüşüm yaratacak teknoloji ve kalkınma yatırımlarına harcamalıyız.
Dr. Hamit BOZKURT
Eski Maliye Müfettişi

Sunday, November 2, 2008

Oyun bozan dolar


Dünyanın en büyük ekonomisine sahip ABD sarsılmaya devam ediyor. Hükümetin piyasalara akıttığı paranın artık haddi hududu belli değil, ancak piyasaların toparlanmasına katkısının olmadığı ortada.


Gelişmiş ülkelerin el birliğiyle düşürdükleri faizler kısa bir sure işe yaramıştı ancak istihdam rakamları herkesin tadını kaçırdı. Birçok büyük şirket binlerle ifade edilen rakamlarda çalışanlarının işine son verdi. Batan bankalara uzanan devlet eli kapitalizmin sonu diye algılandı. Avrupa’da benzer eğilimlerin olması banka mevduatlarına garantileri getirdi, bazı bankalar kamusallaştırdı ama bunlar da piyasaları rahatlatmadı.

Bu krizde beklediğimiz en önemli gelişme olan Hedge Fonların bazılarının batması ise yakındır. Geçtiğimiz hafta Amerikan dolarının tüm para birimleri karşısında aşırı değer kazanmasının birincil sebebi olan Hedge Fonlar, piyasadaki yüksek riskli yatırım araçlarına leverage (kaldıraç) kullanarak yatırım yaparlardı. Toksik diye nitelendirilen yüksek riskli yatırım araçları krize sebep olunca ellerinde ne varsa satıp ABD hazine bonolarına yönelen Hedge Fonları neredeyse bütün uluslararası bankalar da takip etti.

Diğer önemli sebep ise ABD dışındaki ülkelerin büyümeyi desteklemek için faizleri hızla düşüreceği beklentisi oldu ve doların dış piyasalarda değerlenmesini sağladı. EURO/USD paritesi son 2 yılın en düşük seviyesi olan 1,25813’e geriledi. Paradoks ama böylece ekonomisi resesyon tehlikesi geçiren ABD’nin ulusal para birimi olan USD en çok güvenilen para oldu.

Ülkemizde ise YTL ve YTL cinsi yatırımlara olan talebin de azalmasıyla kur ve faizde hızlı yükselişler görüldü. Bazı uzmanlar Amerikan dolarının, Türk Lirasına karşı kırılma noktasının 1,70 olduğunu ifade etseler de bana bu onların kişisel dilekleri gibi geliyor. Benim beklentime göre Amerikan doları 1,80’leri de görecektir.

Böyle bir durumda Merkez Bankası’nın sert müdahalesi çok yersiz olurdu. Para Politikası Kurulu geçtiğimiz hafta en doğru kararı verip faiz oranlarında pek bir değişikliğe gitmedi. Bu kaos ortamında faiz oranlarındaki sert hareketler paranın yönünü IMKB’ye değil zaten hızla artan Amerikan dolarına daha çok çevirecekti.

4 Ağustos 2008 de 1,15 YTL olan Amerikan Dolarının bugünlerde 1,72’ye kadar çıkması hiç kimse için iyi bir gelişme olarak yorumlanamaz. Bu kadar sert hareketle Amerikan Doları karşısında değer kaybeden YTL ihracatımıza da faydalı olmayacaktır. Sadece kağıt üzerinde cari işlemler açığımız olduğundan daha az görünecek o kadar. Bu rakam şuan 51 milyar 9 milyon dolar olarak hesaplanıyor. GSMH büyümesi ise şimdilik yüzde 3 civarında olması bekleniliyor.

(bigpara.com)

Tuesday, October 21, 2008

Yangın Yerinde Orkideler

...
NURİ – Bir kere Zonguldak'a gitmiştim, yıllarca önce... Karanlıktı abicim... (Sessizlik.) Kömür madenlerinde çalışıyordum o zamanlar... Grizu patlar, herkes ölür, geriye kalanlar çalışmaya devam eder, yine grizu patlar, yine herkes ölür... geriye kalanlar çalışmaya devam eder... Ama bir gün geldi ki.. kravatın icadını açıkladım abicim. Kravat abicim.. boyunbağı.. hani "kravatsız girlmez" derler ya.. işte oradaki kravat.. (Bir elinde tabanca, öbüründe Dom Perignon) Madendeydik abicim.. ineli on saat olmuştu... Hepimiz öksürüyorduk... Birisi başlıyordu kısa bir öksürük solosu geçmeye.. derken bir diğeri katılıyordu.. derken bir üçüncü, dördüncü derken onlarca, yüzlerce, binlerce insan öksürmeye başlıyordu... Senfoni gibi! Feci bir durum abicim.. bildiğin gibi değil.. orada.. o gün aklıma geldi abicim... Kravat abicim.. boyunbağının icadını icat ettim orada, yerin yedi kat dibinde... Şöyle dedim kendi kendime: Uygar insan öksürmez. Doğrudur ha, kaç yüz kere gözlemiştim, o herifler hiç öksürmüyordu.. karıları da öksürmüyordu, çocukları da... Çünkü uygardılar... Neden uygardılar abicim ve biz neden uygar değildik ve ha babam öksürüyorduk? Ha? Sorarım size ulan dedim kendime içimden bağırarak! Biz neden öksürüyorduk durup dururken?! Dokuzuncu koridorda bir patlama oldu abicim.. ben bunları düşünürken... Bütün galeri çökmüş.. ertesi gün öğrendim... 44 ölü.. yaralı filan yok.. zaten o meslekte ya ölürsün.. ya da yaşarsın.. ikisini de öksürerek yaparsın ama.. ama.. neden, neden, neden öksürüyorduk acaba? (Sessizlik.) Uygar değildik. Neden uygar değildik? Kravat takmıyorduk çünkü! (Sessizlik.) Anlaman gerekiyor abicim, kravatlar öksürmez. Bak anlatayım sana! Yıllarca.. yüzyıllarca önce.. kravatın icadından epey önce.. kömüre ihtiyaç duyan bazı insanlar.. bazı ince insanlar, boğazlarına kömür tozu kaçmasın diye boyunlarına bez parçaları bağlamaya başladılar! Basit bir eylemdi bu ama koskoca bir tekstil, mensucat sanayi doğdu bu gereksinimden! (Sessizlik.) Bez parçaları pahalıydı.. yerin yedi kat dibinde kendi ciğerini tükürmek ucuzdu.. dolayısıyla herkes boynuna dolayamıyordu şu medeniyet yularını! Kravat takabilenler.. yeryüzüne çıktılar.. takamayanlar.. yeraltında kaldılar... O gün orada bunu açıkladım herkese... Kravat, kömür tozları boğazınıza kaçmasın diye icat edilmiş ve son derece uygar bir alettir. İşime son verdiler abicim. Ben de buraya döndüm... Yine... Kravatın İcadı ve Muhtelif Kullanılışı diye bir kitap yazdım. Yazmak istedim yani... Heh heh heh.. kağıt kalem zor bulunuyor buralarda.. kravat gibi namussuzum! (Sessizlik.) İşte böyle! (Sessizlik. Birbirlerine bakarlar bir an. Sonra Nuri önüne bakar hüzünlü.) Kravat.. kömür madenlerinde icat edilmiştir.
...
Memet Baydur

Saturday, October 18, 2008

Edward De Bono hakkında

Edward de Bono Malta’da doğdu. Ortaöğrenimini St. Edward’s College‘da yaptıktan sonra Malta Kraliyet Üniversitesi Tıp Fakültesini bitirdi. Daha sonra eğitimine, aldığı Rhodes Bursu ile Christ Church, Oxford’ta devam etti. Oxford’ta psikoloji ve fizyoloji dallarını derece alarak bitirdi ve tıp doktoru ünvanını aldı. Ayrıca Cambridge’den de bir doktora unvanı vardır. De bono Oxford, Cambridge, Londra ve Harvard üniversitelerinde öğretim üyesi olarak da görev yaptı.

Dr. Edward de Bono yaratıcı düşünme tekniklerinin doğrudan öğretimi konusunda uluslararası bir otoritedir. 'Yanlamasına düşünme' (lateral thinking) kavramını ortaya attı ve bilinçli yaratıcı düşünme içöin biçimsel teknikler geliştirdi. Yazdığı elli dört kitap, otuz üç dile çevrildi. Ayrıca iki eğitici televizyon serisi hazırladı. Dünyanın geleceği ilgili, 2040 adlı bir de film yaptı. Ders vermesi için kırk sekiz ülkeden çağrılan ve birçok önemli uluslararası konferansa konuşmacı olarak davet edilen Edward de Bono, 1989 yılında Nobel ödülü kazananların katıldığı özel bir toplantıya başkanlık etti. Düşünme teknikleri konusundaki programı IBM, NTT(japonya), Du Pont, Prudential, Shell, Ericsson, McKinseys, Ciba-Geigy, Ford gibi konusunda lider olan birçok uluslararası şirkette uygulanmaktadır.

Dr. de Bono düşünme faaliyetinin okullarda doğrudan bir ders olarak okutulması konusunda çok kapsamlı bir müfredat programı da yönetmektedir. Bu program dünya çapında birçok ülkede başarıyla uygulanmaktadır. Kendisi Kavramsal Araştırmalar Vakfı (Condnitive Research Trust) ve Uluslararası Yaratıcılık Forumu'nun (Internatioanl Creative Forum) kurucusudur. Bu forum, konularında lider olan kuruluşların bir araya gelerek, yaratıcılık konusunda ortak çalışma yapmasını sağlamaktadır. Ayrıca Birleşmiş Milletler üyesi olan ülkelerin yeni fikirler üretebilmesi için New York'ta Uluslararası Yaratıcılık Bürosu'nu kurmuştur. Keşfettiği L-Oyunu şimdiye kadar yaratılan en basit gerçek oyun olarak tanımlanmıştır.

Dr. de Bono'nun çalışmaları, düşüncenin kendi kendini düzenleyen bir bilgi sistemi olması temeline dayanmaktadır.

Ek olarak,

çocuklar sorun çözüyor (children solve problems) adlı, beyaz nokta vakfı tarafından türkçeye çevrilmiş olan kitabıyla da tanınmış konuşmacı, danışman, araştırmacı yazar. Okuduğunuz gibi, düşünsel araştırma üzerine dünyada başka bi sürü vakfın da kurucusu ve/ya yöneticisi.

Eğitimin yaratıcılığı nasıl zedelediğini ortaya çıkartan çalışmalar yapmıştır. Eğitim danışmanlığı merkezinde yürüttüğü bir tasarım projesi sırasında dünyanın değişik ülkelerinden 4-12 yaş arası çocuklara çizdirdikleri resimleri çocuklar sorun çözüyor adlı kitabında toplamıştır. Kitapta çocuklara 5 sorun verilmiş, soruna buldukları çözümü resimlerle ifade etmeleri istenmiş ve çözüm yollarının yaratıcılığı analiz edilmiştir. Kedi ve köpeğin kavga etmesini engelleyin, köpeğin postacıyı ısırmasını engelleyin, bir fili nasıl tartarsınız, bir uzay aracı dizayn edin ve uyku problemi olan bir insanın uyumasını nasıl sağlarsınız sorularına çocukların bulduğu çözümlerin yüksek maliyetli olmasına karşın çok zekice ve pratik olmasını inceleyerek, eğitildikçe insan beyninin yaratıcılıktan uzaklaştığını, okul sisteminin ezberci eğitime yönlendirip insanın beyin kapasitesinin gittikçe daha az bir bölümünü kullanmasına neden olduğunu tartışır.

Friday, October 17, 2008

Altı Şapkalı Düşünme Tekniği


Altı Şapkalı Düşünme Tekniği Edward De Bono'nun 1985'te yayınlanan kitabıdır. İngilizce adı Six Thinking Hats 'tir.

De Bono, insanların birkaç farklı şekil ve yaklaşımla kavrama ve düşünme eylemini gerçekleştirebildiğini incelemiştir. Bu yaklaşımlar hakkında teori geliştiren yazar, insanların düşünme alışkanlıkları ile kendilerini kısıtlayarak, sadece bir veya iki yaklaşımla düşünme eylemini gerçekleştirdiğini gözlemlemiştir. De Bono, farklı yaklaşımların tanımlanması ve bu yaklaşımların nasıl kullanılabileceğinin öğretilmesi durumunda, insanların bu yaklaşımları kullanarak, toplantılarda ve takım çalışmalarında çok daha üretken olabileceğini öne sürmüştür.

Yazar, lateral düşünmeyi destekleyici olarak, bir sorunun çözümünde belli bir yaklaşımın adaptasyonunu, Paralel Düşünmenin hayata geçirilmesi olarak tariflemektedir. Altı farklı yaklaşım tanımlamış ve her bir yaklaşımı farklı renkte şapkaların takılması ile sembolize etmiştir.


De Bono’nun altı şapkası:
Beyaz şapka (Boş sayfa): Tarafsız şapkadır. Görüşülen konu ile ilgili net bilgi ve raporlar ortaya konur.(objektif)
Kırmızı şapka (Ateş): Duygusal şapkadır. Görüşülen konu ile ilgili olarak, kişilere hiçbir dayanağı olmadan, sezgi, fikir ve duygularını söyleme fırsatı verir.(sübjektif)
Sarı şapka (Güneş): İyimser şapkadır. O işin avantajları ortaya konulur. Övgü, olumlu görüşler
söylenir.(objektif)
Siyah şapka (Yargıç cübbesi): Kötümser şapkadır. Eleştiri, olumsuz görüşler ile görüşülen konunun riskleri, gelecekte doğuracağı problemler ortaya çıkar. modus tollens (objektif)
Yeşil şapka (Bitki): Yenilikçi şapkadır. Konuyla ilgili alternatifler ve yeni yaklaşımlar araştırılır. 'her şey uyar' (spekülatif)
Mavi şapka (Gökyüzü): Serinkanlı şapkadır. Düşünce sistematize edilir. "Büyük Resim," "İdareci şapka," "Meta şapka," "düşünmenin düşünülmesi", tüm süreci (gözden geçirme)

Altı şapkalı düşünme tekniğinin ana amacı:
-düşünme sürecine odaklanıp geliştirmek
-yaratıcılığı cesaretlendirmek, paralel ve lateral düşünme
-iletişimi iyileştirme
-karar verme sürecini hızlandırma
-tartışmalardan kaçınma

Örneğin, bir sorunun incelenmesi ve çözüm üretilmesine dair bir toplantı düzenlenecek olursa, böyle bir toplantıda, çözüm için, Altı Şapkalı Düşünme Tekniğinin kullanılması mümkündür. Önce sorun incelenir, sonra çözüm önerileri üretilir ve daha sonra eleştirel değerlendirmelerin sonucunda uygun çözüm seçilir. Toplantı, herkesin, Mavi şapkanın toplantıyı nasıl idare edeceğini, nasıl hedef ve amaçlara ulaşılacağını duyuracağı beklentisi ile başlar. Tartışma Kırmızı şapkanın sorunu çözümü ile ilgili fikir ve tepkileri toplama düşüncesi ile devam eder. Bu faz gerçek çözüm için kısıtların geliştirilmesi için de kullanılır. Tartışma, fikirler ve muhtemel çözümler üretmesi için Yeşil şapkaya geçer. Daha sonra tartışma, bilgi üretmeyi düşünen Beyaz şapka ile çözümleri eleştirmeyi düşünen Siyah şapka arasında gider gelir.
Herkes herhangi bir anda belli bir yaklaşıma odaklandığı için, grup, bir kişinin (Kırmızı şapka) duygusal tepki göstermesinden ya da başka bir kişinin (Beyaz şapka) objektif düşünmeye ve yine bir başka kişinin (Siyah şapka) yaklaşımlara eleştirel olmaya çalışmasından çok daha fazla işbirlikçi olacaktır.

wikipedia

(Kişisel gelişimle ilgili güzel bir kitaptır.)

Sunday, October 12, 2008

Yeni Dünya'nın dehşet senaryosu


Bugüne kadar hiç böylesi tahmin edilmemişti. Sonraki Dünya Savaşı'nın nükleer savaş, enerji savaşı olacağı düşünülmüştü. Ama yeni tür savaşın çok farklı ve aynı derecede tehlikeli olabileceği yeni ortaya çıktı. İşte yeni dehşet senaryosu.
Küresel finansal görünümünün her geçen gün daha korkunç bir hal aldığı belirtilirken sonraki dünya savaşının, finansal bir savaş olabileceği öne sürüldü.

Washington Post gazetesince yayımlanan bir makalede bundan sonra yükselen piyasalarda borç ödememe vakaları ve kredi paniklerinin görülebileceğini belirtilerek riskli ülkelerin arasında Türkiye de sayıldı.

Washington Post gazetesi, prestijli Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (MİT) öğretim üyelerinden Prof. Simon Johnson ve merkezi İngiltere’de olan “Etkin Müdahale” adlı kuruluşu Başkanı Peter Boone imzalı “Sonraki Dünya Savaşı? Finansal Olabilir” başlıklı bir makale yayımladı.

İZLANDA'NIN SONUÇLARI SANILDIĞINDAN DAHA CİDDİ OLACAK

Makalede ABD Yönetiminin Wall Street’i, Avrupa hükümetlerinin ise, ticari bankacılık sistemini korumak için önlem almak zorunda kaldıklarına dikkat çekildikten sonra İzlanda’da yaşanan krizin sonuçlarının sandığından daha ciddi olacağı vurgulandı.
İzlanda hükümetinin, yerleşiklerin mevduatını koruma sözünü verirken yerleşik olmayan mevduat sahiplerine benzer garanti sağlamayı reddetmesi ve bunun üzerine İngiltere Başbakanı Gordon Brown’un İzlanda'yı mahkemeye verme kararını almasının krizi tırmandırabileceği kaydedildi.

KÜRESEL BARIŞI ETKİLEYECEK

Johnson ve Boone, “Çoğu zaman bu türden bir finansal kriz, acı verir, maliyeti de yüksek olur” derken yaşanan türbülansın, sermaye akımlarının on yıllarca düşük düzeyde kalmasına neden olacağını, siyaseti ve küresel barışı etkileyebileceği uyarısını da yaptı.

RİSKLİ ÜLKELER ARASINDA TÜRKİYE

Krizin yükselen piyasalar için de oluşturduğu tehlikeye dikkat çekildiği makalede şu görüşlere yer verildi:

“Daha küçük ülkeler ve yükselen piyasalarda çok daha büyük borç ödememe vakaları ve kredi panikleri görülebilir. İzlanda’nın düşüşünden sonra herhalde büyük açıkları ve önemli tutardaki dış borçları olan ülkelere borç verenler, riskini azaltma yolunu arıyor. Açıktır ki riskli ülkeler, Doğu Avrupa’nın çoğu, Türkiye ve Latin Amerika’nın bazı bölümlerini kapsıyor. Rusya’nın zorlukları, ödeme gücü olduğu gibi görünen ülkelerin de yüksek risk taşıyabileceği gösteriyor.”

ATILMASI GEREKEN ALTI ADIM

Bundan sonra hükümetlerin koordine politikaları sürdürmemesi halinde “finansal savaş riski”nin bulunduğu savunulduğu makalede özetle şu altı adım atılması istendi:

-Dünya finansal güçler, hep birlikte, bankaların sermaye yapılarının yeniden düzenlenmesini gerektiren ulusal planları açıklamalı,

-Tüm mevduat garanti edilmeli,

-Faiz oranlarında büyük bir indirim yapılmalı,

-Otoriteler, finansal sisteme likiditenin enjekte edileceğini taahhüt etmeli,

-Tüm sanayileşmiş ülke ve yükselen piyasalar, küresel talep düşüşünün telafi etme amacıyla önemli bir mali genişlemeyi gerçekleştirmeli,

-Mortgage almış ev sahiplerine yönelik destek programları geliştirilmeli.
(alıntı:hürriyet)

Saturday, October 11, 2008

Finans krizine karşı en büyük adım!!!



ABD Hazine Bakanı Henry Paulson, ülkeyi ve dünyayı sarsan finans krizine karşı yeni ve büyük bir adım olarak devletin, banka ve finans şirketlerinin hisselerinin bir bölümünü satın alarak, bunlara ´´sermaye enjekte edeceğini´´ açıkladı.

Paulson, düzenlenen basın toplantısında, ´´Bu, daha önce hiç görmediğimiz bir durum. Bu adımı, en kısa sürede ve en etkili şekilde atacağız´´ dedi.

Hazine Bakanı´nın açıkladığı bu planla, ABD´de kredi akışının hemen hemen durduğu ve daha önce alınan tedbirlerin borsadaki kayıpları engelleyemediği bir ortamda devletin, birbirinden farklı özellikleri bulunan çok sayıdaki banka ve diğer finans kuruluşlarından hisse satın alması ve böylece sıkıntıdaki bu kuruluşlara para aktarılması öngörülüyor.

Bankalardan alınacak hisselerin azınlık hissesi düzeyinde kalacağı ve dolayısıyla devletin, bu kuruluşları yönetmesinin söz konusu olmayacağı belirtildi.

Bu önlem, ABD´de bir hafta önce yürürlüğe gören 700 milyar dolarlık finans sektörünü kurtarma paketine ilave olarak geliyor. 700 milyar dolarlık paket, borsalardaki kanamayı durduramamıştı.

Finans sektörüne yönelik bu tedbirlerle birlikte, piyasada kredi akışının yeniden sağlanması ve böylece hem şirketlerin hem de vatandaşların sistemde para olmamasından kaynaklanan sorununun çözülmesi hedefleniyor.

ABD, bu önleme, 1929´da başlayan ve 10 yıla yakın süren ´´Büyük Depresyon´´ döneminden bu yana ilk defa başvuruyor.

Bazı uzmanlar, devletin bankalardan hisse satın alacak olmasını ´´kısmı millileştirme´´ olarak adlandırıyor.

Hafta içinde İngiltere de, sıkıntıdaki bankalarının bazı hisselerini satın alma yoluna gitmişti.
...
(Amerikanın bu bilek hareketine kanmayalım amerikanın batacağını söyleyenler hayal dünyasında yaşayanlar. yüzyıllık planlamayla yönetilen bir ülkenin sizce bu krizi kullanmaması mümkün mü ayrıca bizim ülkemiz etkilenmez diye bişey olabilir mi gelişmekte olan tüm ülke ekonomileri tabiki de etkilenecek.)
(Bazıları bunu yine Amerikada 1929da başlayan büyük buhrana benzetmiş. Büyük buhran gelişmiş ülkelerde başlayıp gelişmekte olan ülkelere doğru yayılan global bir olaydır. Pek çok ülke ekonomisini çökertmiştir. Ciddi anlamda üretim azalmış, işsizlik felaketi yaşanmıştır. Ekonomik çöküntüyü siyasal istikrarsızlıklar izlemiştir. Demokrasilerin ekonomik kaosla başedememesi avrupanın pek çok ülkesinde, japonyada ve gelişen dünyada diktatörlüklerin oluşmasına yol açmıştır. Hitlerin gücünü arttırması da doğrudan almanyadaki ekonomik krizle bağlantılıdır. Yani almanya, italya ve japonyada faşist iktidarlar yönetime gelerek ikinci dünya savaşına doğru giden süreci başlatmıştır. Sonuç olarak bu büyük buhran(1929-1932) adı verilen ekonomik krizi 2008 yılında yaşanan krizle bir tutamayız ki amerika ozamanki amerika değil.)

Friday, October 3, 2008

Yine Tesla ve farklı bir yorum

Nicola Tesla'yla 1999 depremi sonrası tanıştım, tanıştım diyorum çünkü o aralar bir çok spekülasyon vardı depremin oluşu ile ilgili bunlardan biride Harbb Teknolojisi diye birşeydi. Amerikalıların bu teknolojiyi kullanarak bu depremi yarattıkları söyleniyordu .Nasıl mı? İşte burada ortaya Nicola Tesla çıkıyordu. Daha doğrusu onun geliştirdiği bir teknik. İşte ayrıntılar:
Tesla düsük frekansli elektromanyetik ısınımla yüksek enerji transferi yapan bir teknik geliştirdi. Tesla makinesi, oluşturduğu elektromanyetik alan sayesinde yeraltında biriken enerjiyi harekete geçirebiliyor hatta istenilen bölgeye yönlendirebiliyordu. Nicola Tesla, ilk olarak ilkel bir düzenek ile 1908 yılında Sibirya'da bir deney yaptı. Bölgede yapılan denemede Hirosima'nın 40 bin katına yakın enerji açığa çıkmıştı. Patlamanın etkisi kilometrelerce kare alana yayılmıştı. Ancak ortada en ufak bir krater veya madde kalıntısı yoktu. Bu durumda bir göktaşının düşmüş olması ihtimali ortadan kalkıyordu. Bilim adamları Sibirya'da ne olduğunu hala tam olarak çözemedi. ABD, Tesla ile çok uzaklardan hatta uzaydan saldırılar yapmayı planladı. Etkisi ve gücü bir türlü kontrol altına alınamayan silahın denemeleri yillarca sürdü: Avustralya , Kafkaslar, Okyanus tabanı ve Güney Amerika'daki Ant dağları. Başlangıçta askeri amaçlı geliştirilen doğa silahının kontrolündeki aksaklıklar destekçilerini korkuttu. Zamanla ortaya çıkan maddi kaynak sorunu bazı barışçı yalanlarla aşılmaya çalışıldı. Makinenin depremleri önlemek için yaratıldığı söylentisi yalanı yayıldı. İddiaya göre, makinenin amacı "ABD'nin yıllarca başına bela olmuş San Andreas fay hattındaki enerjiyi kontrol etmek ve etkisiz hala getirmekti." San Andreas fay hattında biriken enerji suni depremlerle boşaltılacaktı. Ancak projenin denenmesi ve test edilmesi gerekiyordu. Hatalarının giderilmesi şarttı. Bunun için de iyi bir deneme mekanina ihtiyaç vardı. Tıpkı Kuzey Anadolu Fay Hattı gibi; tıpkı Türkiye'nin tam deprem kuşağinda bulunan sanayii merkezi İzmit gibi. Aşağıda bundan neden kuşkulanıldığı ile ilgili bazı şeyler var. Okuyun ve siz karar verin!!

1)Bir çok insan depremden hemen önce, Gölcük'ten Avcılar'a kadar olan bölgede bir ateş topu gördüklerini söylüyorlardı. Kimsenin neden oluştuğu hakkında doyurucu yanıt veremediği bu top, TESLA makinesinin oluşturduğu manyetik alan olmasin?

2)Depremin olduğu gün, Israil ve Amerikan ekipleri, bölgede elektro sismik haberleşme tatbikatları yapıyorlardı. Bu tatbikat, aslında Tesla Makinesi'nin denemeleri olmasın?

3)Amerika, ülkemizde uzun süredir adım adım sismik ağ şebekeleri kuruyor ve bu topraklardaki tektonik hareketleri çok yakından izliyor. Bu bilgilere neden gerek duyuyor? Deprem Makinesi denemelerinin sonuçlarını değerlendirebilmek için olmasın!

4)Depremden sonra, bölgede haberleşmek olanaksız hale geldi. Koskoca bu Cumhuriyetin Cumhurbaşkanı Demirel bile, o gun telefonlarının kesik olmasından yakındı. Bu tele-iletişim aksaklıkları, Deprem Makinesi'nin elektromanyetik dalgalarıyla ilişkili olmasın!

5)Depremden yaklaşık 5 saat sonra, bir Rus deniz araştırma gemisinin yarışır gibi bölgeye gelmesinin amacı, TESLA Deprem Makinesi'ni deneyen ABD'nin izlerini incelemek olabilir mi? Rus araştırma gemisinin, bölge karantinaya alındı diye eli boş dönmesi, kuşku uyandırıyor...

6)Deprem sonrası inanılmaz Amerikan ve Israil yardımının nedeni, duyulan vicdan azabı olabilir mi?

(alıntıdır)

(dünyanın en aktif fay hatlarından biri üzerinde bulunduğumuzun farkındayız ancak iddalar deli saçması değil insan acaba mı diye düşünmeden edemiyor??)

Philadelphia Deneyi (3)

Deneyin yapılmış olma ihtimalinden ilk söz eden kişi Morris K. Jessup'dur. Jessup amatör bir gökbilimciydi ve UFOlar üzerine yaptığı çalışmalarla tanınıyordu. Deney ile olan ilgisi ise 1955 yılında eline geçen bir mektupla başlar. Mektup, Carlos Miguel Allende adında birinden geliyordu ve deneyden detaylı olarak bahsediyordu. İddiasına göre Allende, deneye gözlem gemisi olarak katılan SS Andrew Furuseth adlı şilepte görevli bir denizciydi. Deneye baştan sona şahit olmuştu.

Allende, deneyin 22 Haziran 1943'te sabah 09:00'da jeneratörlere güç verilerek başlatıldığını söylüyordu. Bu aşamadan sonra yeşilimsi bir sis gemiyi örtmeye başlamış ve USS Eldridge ortadan kaybolmuştu. Devamını şöyle anlatıyordu Allende :

"Bir an sadece geminin çapasını görebildim, sonra o da kayboldu, ortada artık ne sis ne USS Eldridge vardı; bomboş denize bakıyorduk, bizim gemide bulunan üst rütbeli subaylar ve bilim adamları korku, dehşet ve heyacan içinde nefeslerini tutarak bu inanılması güç başarılarını seyrediyorlardı. Gemi ve mürettebatı hem radarda hem de gözlerimizin önünde yok olmuştu. Her şey planlandığı gibi yürüyordu, 15 dk. sonra emir verildi ve jeneratörlerin şalteri kapatıldı. Önce hiçbir şey olmadı, arkasından yeşil sis tekrar ortaya çıktı ve USS Eldridge yeniden görünmeye ve ortaya çıkmaya başladı ama gemi nereye gitmiş ve nereden geliyordu? Sis azalırken, birşeylerin tuhaf gittiğini hissediyorduk. Hemen gemiye yanaştık, ilk önce mürettebatın çoğunun geminin yanından sarkıp kustuklarını gördük, diğerleri ise geminin güvertesinde şaşkın şaşkın dolaşıyorlardı,sanki hiç birinin bilinci yerinde değildi. Yetkili ekipler gemiye girerek bütün mürettebatı kısa süre içerisinde uzaklaştırdılar ve yerlerini hazır bekletilen yeni bir mürettebat aldı. Bir iki gün sonra, yeni bir deneye daha karar verildi. Gemi istenen radar görünmezliğine ulaşmıştı, donanım değiştirildi ve 28 Ekim 1943'te deney yine aynı gemide tekrarlandı. Jeneratörler çalışmaya başladıktan hemen sonra Destroyer hemen hemen görünmezlik çizgisine ulaşmıştı, sadece burnu ve arkası görülüyor, arada ise bazı çizgiler belli belirsiz seçiliyordu. Sonra sadece su üzerinde tekne boyunda bir çizgi kaldı. Bir iki dakika sonra mavi bir ışık parladı ve o çizgi de yok oldu. Şimdi gemi tamamen yok olmuştu. Bir kaç dakika sonra millerce uzakta Norfolk'ta ortaya çıktı. Göründükten biraz sonra bilinmeyen bir nedenle yine kayboldu ve Philadelphia'da tekrar ortaya çıktı. Bu kez durum çok ciddiydi, tüm mürettebatın başı beladaydı. Bazıları yok oldu ve bir daha geri dönmedi. Bu olayın en korkunç bölümü ise beş denizcinin geminin eriyen ve sonra yine katılaşan metal levhalarının içinde kalmalarıydı. Bu çok feci bir durumdu. Denizcilerin birisi kurtuldu fakat bir daha eski haline dönemedi. Aklını tamamen yitirmişti ama yapacak hiçbir şey yoktu. Bazılarının psişik yetenekleri gelişmişti, sokakta yürürken kaybolan ve yine ortaya çıkan insanlar vardı. Manyetik alanın içinde kalan mürettebattan kaybolanlar ancak birisinin yüzüne ve eline dokunulmasıyla görünür hale geliyorlardı, yani dokunmanın giysinin olmadığı bir yere yapılması gerekiyordu. "Donma" adı verilen bu olay saatlerce, günlerce sürebiliyordu, hatta bir tayfa tam altı ay donduktan sonra kurtarılabilindi. Elektronik kamuflaj başladıktan sonra geminin ve mürettebatının bütünüyle kaybolup,çok uzak bir yerde ortaya çıkıp ve sonra yeniden geri dönmesine neden olan neydi?"
(Vikipedi)

Philadelphia Deneyi (2)

28 Mart 1943 ; ABD'li bilim adamı Dr. Morris Jessup'ın, Einstein'ın birleşik alanlar kuramına dayanarak bir "ışınlama" deneyi yaptığı iddia edildi. 'Philadelphia deneyi" adıyla bilinen ve askeri gizlilik içersinde gerçekleştirilen olayda, 104 mürettebatlı "USS Eldridge" adlı askeri gemi, tanıkların iddialarına göre Philadelphia deniz üssünde, yeşil bir sise bürünerek yavaş yavaş "kayboldu" ve kısa bir süre sonra 640 km. ötedeki Norfolk deniz üssünde ortaya çıktı.
Deney ile ilgili medyatik ciddi araştırmalar, 1980'de PHİLADELPHİA DENEYİ'ni perdeye getiren filme izin verildikten sonra başladı. Daha öncelerde, kamuoyuna göre olay sadece saçma bir söylentiydi. Charles Berlitz ve William Moore'un ortak yazdıkları kitap bir fantazi olarak kabul görmüştü.Ama deney ile ilgili kuşkular hala sürmektedir, nedeni anlamsız bir söylenti dahi olsa aşağıda okuyacağınız olaylar dizisi, şaşırtıcı, düşündürücü ve gerçekçidir.

Philadelphia Deneyi günümüz şartları gözönüne alındığında daha etkin ve düşündürücü bir iddiadır,olayda adı geçen bir avuç insandan geriye hemen hemen kimse kalmadığından kesin doğrulanma için ABD gizli arşivlerinin açıklanması gerekmektedir. Fakat, film için devlet tarafından zor izin verilmesi kuşku uyandırmakta ve dikkatleri yoğunlaştırmaktadır.Yaşamını Philadelphia Deneyi'ni araştırmaya adayan ve bir de "A-Z'ye Philadelphia Deneyi" adlı kitabı yazan Alfred Bielek bize tüm olanları anlatırken, "neredeyse delirme noktasına geldiğini söylüyordu;Philadelphia Deneyi tasarlanırken amaç çok güçlü bir elektromanyetik alanın sağlanarak gemilerin görünmez olmaları ve bu sayede top mermilerinden ve denizaltıların atacakları torpitolardan korunmasıydı.Hatta daha sonra,görünmezlik alanını bir benzerinin denizde değil, havada oluşturarak önemli üslerin görünmesinin engellenmesi de düşünülmüştü.

"EVRENSEL ZAMAN SAATİ"
Deneyin resmi ve bilimsel adı "PROJECT RAİNBOW" (Gökkuşağı Projesi)idi. Gökkuşağı Projesi, iddialara göre II.Dünya Savaşı sırasında küçük destroyer tipi bir savaş gemisinin başından geçti.Olayın yeri Philadelphia Deniz Üssü'ydü amaç ise gemiyi düşmanın fark etmemesi için görünmez yapmaktı.Projeye göre, fikir orjinaldi ve düşman radarları hiç fark etmeden gemi istenilen yerde birden ortaya çıkacaktı.Bilimsel tanımın adı;OPTİKAL GÖRÜNMEZLİKTİ; özel bir sistemle veya jeneratörle oluşturulan çok güçlü manyetik bir alan gemiyi saracak, ışınları veya radar dalgalarını büker yada kırarken gemi görünmez olacaktı. Düşüncesi dahi bir mucizeye benziyordu ve iddialara göre de Gökkuşağı Projesi başarılı olmuştu. Yani gemi fiziksel olarak kaybolmuş ve tekrar geri dönmüştü. Tanıklara göre geminin üzerini bir pelerin gibi saran manyatik alan görevini yapmıştı. Fakat ana hedef geminin kaybolduğu yerde değil, bir başka yerde ortaya çıkmasını sağlayabilmekti yani daha yaygın bir deyimle "ışınlama" yapılmalıydı.

Philadelphia Deneyi'nin temelinde düşünce olarak Albert Einstein'ın ''Çekim ve Elektriklenmede Birleşik Alan Kuramı'' vardır. Bu teori bu konuyla ilgili kişilerce "Elektronik kamuflaj" olarak tasarlandı.Einstein, bu teorisi 1925-27 arasında Almanya'da bir bilim dergisinde yayınlandı.Fakat Einstein,bu teoriyi daha denememiş ve daha tam anlamıyla geliştirmemişti.O zamanlardaki amaç, çok güçlü elektromanyetik alanın yapılarak gemilerin görünmez olmaları ve düşman kuvvetlerine karşı korunmasıydı.Hatta bu olayı havada oluşturarak üslerin görünmesinin engellenmesi de düşünülmüştü.Bu deneyin çalışmaları 1930 yıllarda "Project Rainbow"ismiyle başlatıldı.Başlatıldığı yer ise Chicago Üniversitesidir. 1 yıl sonrada bu çalışma PrincetonÜniversitesinde devam ettirildi.bazı bilim adamları bu projede zaman zaman yer aldılar.Bunlar Einstein, Dr. Johnvon Neumann ve Dr. Nikola Tesla'dır.Dr. Alfred Bielek her 10 yılda bir Ağustosun 12'sinde manyetik enerji alanının tekrar oluştuğunu öne sürüyordu.1943'ten sonra 1963 ve 1983'te aynı olay olmuştu. sebebi ise "Senkronizasyondu" Enerji alanları tekrar toplanıyor, dalgalanarak ortaya çıkıyordu, fakat bu alanlar karmaşıktı. Neumann, 1986'da ölen Bielek'in anılarından yazdığına göre bu olayları doğrulamıştı.İfadesi teyp bantlarında vardı. Oluşturulan büyük enerji, doğru açıda sekronize edilirken birden kontrol dışına çıkmış ve "Yönsüz dalgalar'a" dönüşmüştü. Bunun sonucunda ortaya alışılmadık etkiler çıkmaya başlamıştı.Senkronize dalgalar zamanı büküyor ve etkiliyordu.Bir diğer ilginç yaklaşım, Wisconsin Üniversitesi Matematik Profesörü olan Henry Levenson'dan gelmişti.Bu fikre göre zamanın merkezi bir alanın çevresinde yoğunlaştığını ve bir "Zaman Saati" oluşturarak, tüm varoluşun gerçekleştiği ve gerçekleşeceği şifrelerle çalıştığını söylüyordu; Dediğine göre "Şifrelerin içinde yaşayan herşey vardır, dünyadaki bütün maddesel varoluş dünya saat ve zamanına göredir;dünya, Güneş saatine göre, Güneşde galaktik saate göre ayarlıdır.Eğer zaman kilidi yüksek ve güçlü bir enerji alanı ile bozulursa, ortaya çeşitli zaman ve mekan dengesizlikleri çıkar.Taki zaman yeniden kendini tamir edip yeniden dengesini bulanadek"

(Çetin Bal-zamandayolculuk)

Philadelphia Deneyi (1)


Philadelphia Deneyi, 28 Ekim 1943 yılında Amerikan donanmasının Pensilvanya eyaletine bağlı Philadelphia şehri limanında yaptığı iddia edilen deneydir. İddiaya göre donanmaya ait bir koruma destroyeri olan DE 173 sınıfı 1240 tonluk USS Eldridge birkaç dakika içerisinde 600 km.'den fazla bir uzaklığa gidip tekrar gelmiştir. Deneyin varlığı konusunda hiçbir delil bulunmamaktadır. Amerikan donanması da böyle bir deneyin kayıtlarda varolmadığını belirtmiştir. Al Bielek hariç deneye katıldığı iddia edilen tüm askerler bunu yalanlamış, hikayenin bir aldatmaca olduğunu söylemişlerdir. Bielek'in hikayesi de daha sonra yalanlanmıştır.

USS Eldridge (DE 173) 1944
Gökkuşağı Projesi (Rainbow Project) adıyla da bilinen bu deney, 1984 yılında beyaz perdeye aktarılana kadar ciddiye alınmamıştı. Ancak o tarihden bu güne kadar resmi makamlarca defalarca yalanlanmasına rağmen en çok merak edilen konulardan biri olmuştur.

(Wikipedia)

Thursday, October 2, 2008

Nikola Tesla



İşte size bir ödev:Aşağıdaki soruların cevaplarını bulmak için gidip bir ansiklopedinize bakın bakalım: (cevaplar parantez içinde)
1) Radyoyu kim icat etti? (Marconi)

2) X ışınlarını kim keşfetti? (Röntgen)

3) Vakum tüp amplifikatörünü kim icat etti? (de Forest)

Aslında, hazır eliniz değmişken florasan lambayı, neon ışıklarını, hızölçeri, otomobillerdeki ateşleme sistemini, radarın temellerini, elektron mikroskobunu ve mikrodalga fırını kimin keşfettiğine de bir bakın. Geçen yüzyıl dönümündeki en ünlü bilim adamı olan Nikola Tesla‘nın isminden bahsedildiğini görme şansınız çok az. Esasında, çok az insanın bu adamdan haberi var. Bir kısmı sadece Red Alert oyunundaki bir savunma binasının ismi olarak (Tesla coil), diğer bir kısmı da vizyondaki Prestige filmindeki bir karakterin ismi olarak duymuş durumda. Öyle ki bu filmden çıktıktan sonra filme beraber gittiğim arkadaşım Tesla’nın gerçekten yaşamış bir insan olduğunu benden öğrendi.
Bugün bunun böyle olmasını muhterem Tommy Edison amcamıza borçluyuz. Bütün bu yukarıda saydığım keşiflerin yanında, 250 mil mesafeden 10 bin uçağı yok edebilecek ölüm ışınlarından bahseden, dünyayı ortadan ikiye bölebileceğini iddia eden, hem sesin, hem de görüntünün (1800′lerin sonlarındayken daha) havadan aktarılabileceğine inanan, ve esasen, Edison’a DC elektrik sisteminin hiç bir işe yaramaz bir sistem olduğunu anlatan aykırı bir kişilik olarak görüldü Tesla. Başka bir deyişle, Tesla’yı duyan herhangi biri, onu muhtemelen aykırı bir çılgın olarak düşünmüştür.Fakat zaman değişiyor.
Sorun şu ki, Tesla, bu mümkün olduğunu iddia ettiği şeylerin hepsini de muhtemelen yapabilirdi. Aslında, Tesla en yukarıda listelenenlerin hepsini ve de daha fazlasını icat etmişti fakat kendisine bu icatlarının hiçbiri için övgüde bulunulmadı. Etrafınıza bakın, Tesla, modern hayatı bu kadar modern yapan şeylerin çoğunun bir şekilde sorumlusu.Şüphe yok ki, Nikola Tesla da Vinci‘den beri dünyaya gelen en muhteşem akıl. Küçük Nicky Tesla 1856′da Hırvatistan’daki Smijlan’da doğar. Sıradışı bir hafızası vardır ve 6 dil öğrenir, Gratz’da ki Politeknik Enstitüsünde matematik, fizik ve mekanik çalışarak 4 yıl geçirir.
Ancak Tesla’yı esas harika yapan, muhteşem elektrik anlayışıdır. Bu zamanın elektriğin henüz bebeklik evresindeki bir zaman olduğunu hatırlatayım. Ampül bile henüz icat edilmemiştir.
Tesla, 1884′te Birleşik devletlere ilk defa geldiğinde, Thomas Edison için çalışır. Edison henüz yenice ampülün patentini almıştır, ve tabi böylece elektriğin dağıtımı için bir sisteme ihtiyaç duymaktadır.
Edison, DC elektrik sistemiyle her türden problemi yaşamaktadır. Tesla’ya sistemdeki hataları gidermesi karşılığında büyük paralar söz verir. Tesla bu işin altından kalkar ve Edison’ı 100 bin dolardan fazla masraftan kurtarır, fakat Edison sözünde durmaz.
Tesla istifa eder, ve Edison hayatının kalan kısmını Tesla’nın dehasını ezmek için harcar. (Tesla’nın bugün hala bilinmemesinin ana sebebi işte budur.) Tesla elektrik iletimi için daha iyi bir sistem geliştirmişti; bugün evlerimizde kullandığımız AC (alternating current - alternatif akım) sistemini. AC, DC’ye göre büyük avantajlara sahiptir. Tesla’nın o zamanlar yeni geliştirdiği transformatörleri kullanarak, AC voltaj yükseltilebilir ve ince kablolarla uzun mesafelerde iletilebilir. DC ise iletilemez. (Çünkü çok kalın kablolarla iletilirken her bir milkarede bir büyük bir güç istasyonu ihtiyaç duyar.)
Tabi bir iletim sistemi, elektrikle çalışacak araçlar olmadan eksik olacaktır. Böylece Tesla evlerimizde her tür sistemde kullanılan elektrik motorunu icat eder. Bu basit bir başarı değildi. 1800′lerin sonlarındaki bilim adamları, alternatif akım sistemi için bir motorun geliştirilemeyeceğine ikna olmuşlardı, ki bu da AC kullanımını zaman kaybı yapar. Sorun şuydu ki, eğer akım saniyede 60 defa yön değiştirirse, motor bir ileri ve bir geri hareket edecek ve asla bir yere varamayacaktı. Tesla bu problemi kolayca çözdü ve herkesin yanlış olduğunu ispatladı.
Endüstrinin florasa lambayı “icat etmesi”nden 40 yıl kadar önce kendi laboratuvarında florasan lamba kullanıyordu. Fuarlarda ve sergilerde cam tüplere ünlü bilim adamlarının isimlerinin şeklini veriyordu; bugün her yerde gördüğümüz neon ışıkların ilk örnekleri. Unutmadan, Tesla dünyanın ilk hidroelektrik santralini Niagara şelalerinde gerçekleştirmiştir. Ayrıca ilk arabalar için hızölçerin de patenti ona aittir.AC sisteminin ünü yayılmaya başlar ve George Westinghouse‘un kulaklarına kadar gider. Tesla, Westinghouse ile bir anlaşma imzalar ve satılan her bir kilowatt AC elektrik için 2.50 dolar alacaktır. Bir anda, Tesla hayal ettiği tüm deneylere başlamak için gereken paraya kavuşur.
Fakat Edison DC sistemine çok fazla para yatırmıştır, böylece Tommy, Tesla’yı her seferinde gözden düşürmek için elinden gelenin en iyisini yapar. Edison devamlı olarak AC akımın DC akımdan çok daha tehlikeli olduğunu göstermeye çalışır. Tesla kendi pazarlama kampanyasını sahneye koyarak buna karşılık verir. 1893′te Chicago’daki fuarda (21 milyon insan katılmıştır), yüksek frekansta AC elektriği kendi vücudundan geçirip lamba yakarak AC’nin ne kadar güvenli olduğunu göstermiştir. Sonrasında Tesla bobinlerinden kalabalığın üzerine büyük şimşek okları fırlatabilmiştir hiç bir zarar vermeden.
Tesla’ya borçlanılan işletme payı bir milyon doları geçmeye başladığında, Westinghouse finansal olarak zora girer. Tesla anlaşmasının devam etmesi durumunda, Westinghouse bu işten çıkabileceğini anlar ve kendisinin de kredilerle anlaşma yapmak için hiç bir arzusu yoktu. Onun rüyası tüm insanların erişebildiği ucuz AC elektrik idi. Tesla anlaşmasını alıp yırtar. Dünya’nın ilk dolar milyarderi olmak yerine, patentleri için 216 bin dolarlık ödemeyi kabul eder.
1898′de, Madison Square Garden’da dünyaya ilk uzaktan kumandalı model botunu gösterir. Yani Tesla’ya uzaktan kumandalı uçaklar, arabalar, ve botlar (ve hatta televizyonlar) için de teşekkür edebiliriz.
Tesla’nın rüyası dünya’ya bedava enerji sağlamak idi. 1900 yılında, yatırımcı J.P. Morgan‘ın sağladığı 150 bin dolarla, Tesla “Telsiz Yayın Sistemi” adındaki kulenin yapımına Long Island, New York’ta başladı. Bu yayın kulesi dünya’nın telefon ve telgraf servislerini bağlayacaktı, aynı zamanda resimleri, borsa verilerini, ve hava durumu bilgisini dünya çapında aktaracaktı. Maalesef, Morgan bunun dünyaya bedava enerji anlamına geldiğini farkettiğinde bu işe para yatırmayı kesti.Dünya, henüz duyulmamış olan sesin ve resmin iletiminden sonra onun bir kaçık olduğunu düşündü.
Dünyanın bilmediğiyse Tesla’nın, Marconi’nin kabul edilen icadından 10 yıl önce radyonun gerisindeki ilkeleri zaten gösterdiğiydi. Aslında, (Tesla’nın öldüğü yıl olan) 1943′te yüksek mahkeme Tesla’nın daha önceki açıklamalarından dolayı Marconi’nin patentlerinin geçersiz olduğuna hükmetmişti. Hala, pek çok referans kaynak radio’nun icadıyla ilgili olarak Tesla’nın ismini zikretmiyor. (Ayrıca: Marconi’nin radyosu sesi iletmiyordu, sadece sinyal iletiyordu, halbuki Tesla yıllar öncesinde ses iletimini göstermişti.) Bu noktada medya Tesla’nın iddialarını abartmaya başladı.Tesla Mars’dan ve Venus’ten radio sinyalleri aldığını belirtmişti. Bugün onun aslında sinyalleri uzaklardaki yıldızlardan aldığını biliyoruz, fakat o zamanlar evren hakkında çok az şey biliniyordu. Basın ise onun “rezil” iddialarıyla eğlendi.
Manhattan’daki laboratuvarında, Tesla dünyayı bir elektrik diyapazonuna çevirdi. Altındaki yer ile aynı frekansta titreyen buharlı bir osilatör elde etmeyi başardı.
Sonuç? Etrafındaki tüm yapılarda yer sarsıntısı. Binalar zangırdadı, camlar kırıldı, sıvalar duvarlardan döküldü. Tesla, teoride, aynı ilkenin Empire State binasının yok edilmesi ve hatta Dünya’nın ikiye bölünebilmesi için kullanılabileceğini iddia etti. Tesla bilimin onun sonuçlarını onaylamasından neredeyse 60 sene öncesinde Dünya’nın rezonans frekansını doğru bir şekilde belirledi. Dünya’yı yarmaya benzer bir şeyi denemediğini sanmayın. (En azından buna yakın bir şeyi…)
1899′da Colorado Springs laboratuvarında, kaynağa dönmelerini sağlayacak şekilde, dünya’nın her tarafına enerji dalgaları gönderir. (Bugünün deprem sismik istasyonlarının teorisini de sağlar böylece). Dalgalar geri geldiğinde daha çok yükleme ekler.
Sonuç? Bugüne kadar kayıtlara geçen insan eliyle yapılmış en büyük şimşek oku; 40 metre. Hala kırılmamış bir dünya rekoru.
Takip eden şimşek sesi 22 mil mesafeden duyulmuştur. Laboratuvarın etrafındaki çayırlar garip bir mavilikle ışımıştır. Aslında bu onun esas deneyi için sadece bir ısınmaydı. Maalesef, o bölgedeki güç istasyonunun donanımına zarar vermiş ve deneyi bir daha asla tekrarlayamamıştır. Birinci dünya savaşının başlarında, Amerikan hükümeti umutsuzca Alman denizaltılarının tespiti için bir yol aramaktaydı. Hükümet Thomas Edison’u iyi bir yöntemin araştırılması işinin başına getirdi. Tesla gemilerin tespiti için enerji dalgalarının kullanımını (bugün radar dediğimiz şey) önerdi, Edison Tesla’nın fikrini komik bularak redetti ve böylece dünya radarın bulunması için bir 25 yıl daha beklemek zorunda kaldı.
Ömür boyu üretkenliğinin ödülü? Edison madalyası! Edison’un onca fiili hakaretinden sonra gerçek bir surata şamar Tesla için.
Ve hikaye böyle devam ediyor.
Sanayi’nin (görülüyor ki oldukça başarılı olan) bilim literatüründen silme girişimleri onu 20 yıllık bir sürgüne sürdü. Sermaye yokluğundan, test edemediği teorilerini sayısız deftere not etti.
Modern dünyayı icat eden insan neredeyse meteliksiz bir şekilde 86 yaşında 7 Ocak 1943′te öldü. İki binden fazla insan cenaze törenine katıldı.
Hayatı boyunca, Tesla 800′den fazla patent aldı. Muhtemelen Edison’ın rekor sayısını geçebilirdi eğer devamlı engellenmeseydi. Hayatının son 30 senesinde çok az patent başvurusu yapabildi.
Edison’dan farklı şekilde, Tesla fikirleri bilimde daha önce emsali olmayan özgün bir düşünürdü. Maalesef, dünya Tesla kadar özgün kişileri finansal olarak ödüllendirmiyor. Sadece bu fikirleri alıp daha kullanışlı ürünler haline getirenleri ödüllendiriyor.
Bilim adamları bugün onun notlarını satır satır taramaya devam ediyor. Uçuk teorilerinin çoğu bugünün ünlü bilim adamları tarafından ispatlanıyor. Örneğin, Tesla pervanesiz disk türbin motoru, bugünün modern malzemeleriyle birleştirildiğinde, tasarlanmış en verimli motorlardan biri oluyor. 1901′de patentini aldığı kriyojenik (mutlak sıfıra yakın sıcaklıklarda) sıvılarla ve elektrikle olan deneyleri süper iletkenlerin kaynağını sağlıyor. Electron altı yükleri olan parçacıkların varlığını ortaya koyan deneylerden bahsetmişti, 1977′de bilim adamları nihayet keşfetti, kuarklar.Belki tarih bir gün gerçek bir dahiyi gördüğü an tanıyabilecek.
(Kısaca Tesla için harcanan dahi diyebiliriz. Adama zamanında deli demişler fakat bugün bilimadamları onun ileri sürdüğü görüşlerin çoğunu kabul etmek zorunda kalmışlardır. Halen çoğu bilimadamı Tesla'nın yapamadıklarını başarmak için uğraşmaktadır.)

Monday, September 22, 2008

siyah ve beyaz

Siyah her şeydir, beyaz hiçbir şey…

Hani hep derler ya , bu iki kardeş ve aynı zamanda da tezat renk de değildir…
Şeydir onlar..
Onlar bir varlık ve hiçlik belgesidirler...

Siyah üzerine düşen bütün güneş ışığını soğurur, o yüzden her şeydir…
Beyazsa aksine tüm ışığı yansıtır hücrelerinden... Birleşen renkler ahenkle ışıldar gözlerimizde ve geriye beyaz dediğimiz o şey kalır... Beyaz aslında hiçbir şeydir…

Siyah varlıksa beyaz yokluktur…
Ama neden siyah cenazelerle, yasla, talihsizlikle eşleştirilir. Neden bir hiçlik olan beyaz temiz anılır? Siyahın adını kim çıkarmıştır dokuza söyleyin bana?

Siyah kabul ediştir, kapsamadır..
Beyaz reddetme, yansıtma, dışlama…

Aslinda siyah ne kadar olumluysa beyaz o derece olumsuzdur. Peki ya neden kara bağlar evlatlarını yitiren anneler?

Siyaha beyaz bulaşırsa gri olur, adı belirsizliktir ondan sonra... Siyah kirlenmiştir... Kararlılığı tereddüte doğru kaymıştır .
Siyah her renktir.. Kırmızıdır, mavidir, yeşildir... Güneşten yansıyan her rengi kapsar karasında.. bir madalya gibi taşır hayatı..

Ben bugün isyankarım.. Güneşi reddetmenin adıdır beyaz...

(Alıntıdır)

Sunday, September 21, 2008

Guy Kawasaki



Dünyanın en iyi strateji gurularından biri olan Guy Kawasaki'den 3 iş klasiği...
Dünyanın en ünlü markalarından Apple’ın yaratıcılarından biri olan Guy Kawasaki, işinde devrim yaratmak isteyenlere, zor zamanlardan korkmayanlara ve rekabet gücünü artırmak isteyenlere “Rakipleri Çıldırtmanın Yolları” adında bi kitap yazmıştır. Rakipleri yok etmek ya da onları piyasa dışına itmek yerine “karışıklık” yaratmak gerektiğini vurgulayan Kawasaki, rekabet stratejilerindeki mevcut kilişeleri yıkarak yeni ufuklar açmak için ilginç önerileri var.

Guy Kawasaki, şu an Garage Technoloy Ventures risk sermayesi şirketinin tepe yöneticisi olarak görev yapıyor. Stanford Üniversitesi psikoloji eğitimin ardından UCLA’da MBA yapan Kawasaki, “The Art of the Start”, “Rules for Revolutionaries”, “How To Drive Your Competition Crazy” “Selling the Dream”, “The Macintosh Way” gibi aralarında birçoğu bestseller olmuş kitabı bulunuyor.

Apple'ın günümüz pazarında sahip olduğu başarılı pazar konumlandırılmasında ve Apple'ın peşinden koşan bir kitle oluşmasında çok önemli rol oynamış, dinamik, yenilikçi, ayrıca muhtesem bir konusmacı.

"Tanrı gibi yarat, kral gibi yönet, köle gibi çalış!'' sözü de kendisine ait.

Friday, September 19, 2008

Dolmuş


Bir acelesi olduğunu, onu görür görmez anlamıştım. Sağanak hâlinde yağan yağmura aldırış bile etmiyor ve bükülmüş beline rağmen sağa sola koşuşuyordu. Yanına sokularak:
— Hayrola teyzeciğim, dedim. Bir derdiniz mi var?
Sıcak bir tebessümle:
— Buraların yabancısıyım evlâdım, dedi. Hastahane tarafına gidecek bir araba arıyorum.
— Biraz beklerseniz aynı dolmuşa binebiliriz, dedim. Oraya geldiğimizde size haber veririm. Teşekkür ederek yanıma yaklaştı ve küçük bir çocuk gibi şemsiyemin altına girdi. Nurlu yüzü yağmur damlacıklarıyla ıslanmış ve yanacıkları pembe pembe olmuştu.
— Torunlarımdan biri menenjit geçirdi, diye devam etti. Ziyaret saati bitmeden dolaşmak istemiştim.
Saatime baktıktan sonra:
— 20 dakikanız var, dedim. Hastahane yakın ama, bu havada pek araba bulunmuyor.
Durağa herkesten önce geldiğimiz için dolmuşa da rahatça bineceğimizi zannediyordum. Ancak araba yanaştığında, arkamızda duran 4-5 kişinin bir anda hücum ettiğini gördüm. içeriye doluşan ve arkadaş oldukları anlaşılan adamlara:
— İlk önce biz gelmiştik, dedim. Sırayı bozmaya hakkınız var mı?
Ön koltukta oturanı:
— Hak istiyorsan Hakkâri'ye gideceksin arkadaşım, dedi. Hem oradaki haklardan K.D.V. de alınmıyormuş.
Bu lâf üzerine attıkları kahkahalarla bindikleri araba sarsılmış ve sinirlerim allak bullak olmuştu. Sakinleşmeye çalışarak:
— Ben biraz daha bekleyebilirim, dedim. Ama şu ihtiyar teyzenin hastahaneye yetişmesi gerekiyor.
Bu defa şoför lâfa karışıp:
— Teyzenin arabaya falan ihtiyacı yok be kardeşim, dedi. Okuyup üfledi mi hastahaneye uçuverir.
Tekrar kopan kahkahalarla birlikte araba uzaklaşıp gitti. Yaşlı kadına baktım, tevekkülle susuyordu. 5-10 dakika sonra gelen bir başka dolmuşa onunla beraber bindim ve şoföre, teyzeyi hastahanede indirmesini söyledim. Yaşlı kadın, yapacağı ziyaretten ümitsiz görünmesine rağmen şikâyet etmiyordu. Üstelik trafik de yarı yolda tıkanıp kalmıştı
Şoför:
— Yolun bu durumu hayra alâmet değil, dedi. Sebebini anlasam iyi olacak. Arabayı çalışır vaziyette bırakıp ileriye doğru yürüdü ve biraz sonra döndüğünde:
— Kısmete bak yahu, dedi. Bizden önce kalkan dolmuşa kamyon çarpmış.
Heyecanla:
— Bir şey olmuş mu, diye atıldım. Yâni yaralı falan var mı?
— Herhalde, diye cevap verdi.
Dolmuşta bulunanları, teyzenin gideceği hastahaneye kaldırmışlar. Göz ucuyla yaşlı kadına baktım. Solgun dudaklarıyla birşeyler mırıldanıyor ve sanki onlar için dua ediyordu. Şoför, koltuğuna yavaşça otururken:
— Kısmet işte, diye tekrarlayıp duruyordu. Sen kalk koca bir kamyonla çarpış. Hem de Türkiye'nin öbür ucundan gelen Hakkâri plâkalı bir kamyonla.
(alıntıdır)

Thursday, September 18, 2008

Felsefi sözler(2)

''Eğer biri her şeyi biliyorsa hiç kimse özgür iradeye sahip değildir.'' T.SHILK

''Rüyaları gerçekleştirmenin en kısa yolu, uyanmaktır.'' S.M.POWER

''Mücadele eden yenilgiye uğrayabilir, mücadele etmeyen zaten yenilmiştir.''B.BRECHT

''Aklını kullanma cesaretini göster.'' I.KANT

''Oyun bitince, şah da piyon da aynı kutuya konur.'' SOCRATES

''Ne aradığını bilmeyen, bulduğunu anlayamaz.'' Confucius

''Söylediklerini onaylamıyorum, fakat ölümüne de olsa konuşma hakkını savunacağım.'' VOLTAIRE

''Uşağım dahi olsa, hatalarımı düzelten efendim olur.'' GOETHE

''Ne kadar bilirsen bil,söylediklerin karşındakinin anlayabileceği kadardır.'' MEVLANA

"Öyle horozlar var ki, öttükleri için güneşin doğduğunu sanırlar." L. Dumont

"Düşüncelerini değiştirmeyenler yalnızca deliler ve ölülerdir." T. Lowell

"Buluş, başkalarıyla aynı şeye bakıp, farklı düşünebilenler tarafından yapılır." A.S. Gyorgyi

"Hayata yapılacak o kadar çok hata varki, aynı hatayı yapmakta ısrar etmenin anlamı yok." SARTRE

''Hayat, yaşantı aramak değil, kendimizi aramaktır.'' C.PAVESE

''Çevrelerine uymak icin kendilerini yontanlar, tükenip giderler'' R.HULL

''İnsanın özgürlüğü, kendisine yapılanlara karşı takındığı tavırda gizlidir.'' Jean Paul SARTRE

''Kopan bir ipe sımsıkı bir düğüm atarsanız, ipin en sağlam yeri artık bu düğümdür. Ama ipe her dokunuşunuzda canınızı acıtan tek nokta yine o düğümdür.'' (?)

''Yaşamda en önemli şey kazançlarımızı kullanmak değildir. Bunu herkes yapar. Asıl önemli olan kayıplarımızdan kazanç sağlamamızdır. Bu zeka gerektirir;akıllı insanlarla aptal insanlar arasındaki fark budur.'' William Bolith

''İnsanların umudunu kırma..belki de sahip olduğu tek şey odur'' John Christian

''Herkes aynı şeyi düşünüyorsa,hiç kimse fazla bir şey düşünmüyor demektir.'' W.Lippmann

''Hiç kimse duymak istemeyen biri kadar sağır olamaz.'' W.Shakspeare

''Hiçbir zaman çıktığın kapıyı hızlı çarpma. Geri dönmek isteyebilirsin.'' Don Herold

''İnsanları niçin öldürüyorsunuz, biraz bekleyin zaten ölecekler.'' Confucius

''Karanlık geceleri ben uykusuz geçirirken, sen sabaha kadar uyuyorsun.Ondan sonra da bana yetişmek istiyorsun. Ne gezer.'' Zemahşeri

''Hiç kimse, başarı merdivenine elleri cebinde tırmanmamıştır.'' J.K.Moorhead

''Siz kendinize inanın,başkaları da size inanacaktır.'' Montaigne

''Önemli olan yere düşüp düşmemen değil, tekrar ayağa kalkıp kalkmamandır.'' V.Lombardini