Saturday, November 29, 2008

Sibirya petrolün tadını çıkarıyor


Vakit gece yarısını bulmuş. Palace lokantasının dans pistindeki çiftler kendilerini müziğin yumuşak ritmine bırakmış dans ediyor. "Za nas, za neft -Bize ve petrole" diye mırıldanıyor şarkıcı.

Yaşam bizi nereye sürüklerse,
Bize ve petrole,
Kadehlerimizi ağzına kadar dolduralım...

Batı Sibirya'nın Hantı-Mansi eyaletinde Petrolcüler Günü. Petrol işçilerinin -neftyaniki- zorlu çalışma koşullarının onuruna her yıl eylül başlarında bir gün, yazın sivrisineklerin en yoğun olduğu dönemden sonra ve ekimden -ilk kar düşmeden- önce kutlanıyor. Gün ışığı yitip gitmekteyken, binlerce kişilik kalabalık, açık havadaki dev spor tesisinde saatler öncesinden toplanıyor. Sahnenin ardında koyu yeşil, gür bir orman uzanıyor. Balonlar salıveriliyor, meşaleler yakılıyor ve topluluk hep bir ağızdan şarkı söylüyor:

Hepimizin tek bir eğlencesi var,
Ve ihtiyacımız olan tek şey de o,
Yüzümüzü yeni petrolle yıkamak,
Sondaj kuyusundan gelen petrolle.

Rusların petrolü kutlamasında şaşılacak bir şey yok. Çünkü devir, ekonomik patlama devri. Küresel petrol fiyatları 1998'den bu yana on kat arttı ve Rusya, Suudi Arabistan'ı geride bırakarak dünyanın bir numaralı ham petrol üreticisi oldu. Kremlin'in bütçesi şimdi yeni okullar, yollar ve ulusal savunma projeleri için ayrılan fonlarla dolup taşıyor ve Moskova'nın yeni zenginleri malikâne boyutlarındaki "daça"lara milyonlarca dolar para harcıyor.

Patlamanın kalbi, batı Sibirya'nın -günde yaklaşık 7 milyon varil ile Rus petrolünün yüzde 70 civarında bir bölümünü üreten- petrol sahaları... Zengin yataklar, yaklaşık Fransa büyüklüğünde bir eyalet olan Hantı-Mansi'ye, adı her zaman zorlu iklim koşullarını ve ıssızlığı çağrıştıran bu bölgede modern, hatta arzu edilir yaşam koşulları sağlama konusunda eşsiz bir olanak sunuyor.

Hantı-Mansi'nin eyalet başkenti, petrolcüler günü kutlamalarına sahne olan yer, petrol vergi gelirleriyle yeniden yapılanıyor. Yeni yapıların arasında bir havaalanı terminali, 19. yüzyıl Rus ustalarının eserlerinin sergilendiği bir sanat müzesi ile matematik ve sanat alanında yetenekli çocuklar için yapılmış çok iyi donanımlı iki yatılı okul bulunuyor. Bir zamanlar durağan bir taşra kasabası olan Surgut'ta bile bugün yeni banliyöler gelişiyor.

Ancak petrolün sağladığı tüm bu olanaklar bölgenin elinden kayıp gidebilir. Petrol fiyatlarındaki ciddi artışa rağmen batı Sibirya'daki petrol üretimi son yıllarda sabit bir seyir izliyor. 2008'in ilk birkaç ayında Rusya'daki petrol üretimi son on yıldır ilk kez düşüşe geçti. Ve petrol üretim miktarı 2004-2007 arasında hemen hiç artmadı. Bu dönem, donuk bakışlı, kontrol odaklı Kremlin yöneticilerinin, bir zamanlar özel petrol patronlarının elinde olan gözde petrol sahalarını ele geçirdiği yıllardı.

Özel petrol patronları -namı diğer oligarklar-, değerli toprakları kendi aralarında paylaşmaya çalışan türden, açgözlü kişilerdi. Ama aynı zamanda üretimi ve kârı artırmak için petrol sahalarına çok büyük yatırımlar da yaptılar. Buna karşılık Kremlin, petrolü yalnızca ulusal bir zenginlik kaynağı olarak değil, Rusya'yı yeniden dünyanın süper gücü haline getirecek siyasi bir araç olarak kullanmayı hedefliyor. Kremlin'in sert tedbirler içeren taktikleri yabancı yatırımcıları temkinli olmaya itiyor ve bu, gelişmenin -aynı zamanda Hantı-Mansi'nin parlak bir geleceğe sahip olma şansının- önüne geçebilir.
National Geo

Tuesday, November 18, 2008

Şimdi burda değilsin

şimdi burda değilsin...
ama beni duyuyosun...biliyorum...
kapat gözlerini benim için ve dinle n´olur...
bak yoksun...
bunun anlamını biliyor musunn....
yokluğun,
yüreğimdeki bu yıldızsız, bu dipsiz karanlık gece...
yokluğun, odamın duvarlarına astığım suretlerine bakarken,
unuttuğum dalgın gözlerim...
yokluğun yastığımda bıraktığın bu kimsesiz saç telleri...
sırf kalemini değdirdiğin için atmaya kıyamadığım bu kağıtlar...
her an gözümün önünde sakladığım mektupların,
peçetelere yazdığın şiirlerin,
hediyelerini sardığın paket kağıtların...
sen gidince,
hala sen kokuyodur, diye üzerime giydiğim
ve derin derin soluduğumm giysilerin...
bu yarı deli...
bu hayattan kopuk ruhum...
kapat gözlerini ve bana bak...
ben ne diye varsa gördüğün, işte o senin yokluğun....
söyle.!
sana neyi anlatayımm...
sabaha karşı çalan telefonumun ucunda,
n´luur bana hayattan kötü davranma diyen...sayıklayan...
o kırgın, o kendine çarpan sesini mi..!

Cezmi Ersöz

Sunday, November 16, 2008

Frankenstein


(İngiliz yazar Mary Wollstonecraft Shelley tarafindan 1816'da yazılmış fantastik bir roman. Tam adı "frankenstein, or the modern prometheus"tur. Ceset parçalarını birleştirerek oluşturduğu ölü vücudu, elektrik akimi yardımıyla canlandırmayı basaran tıp ögrencisi victor frankenstein'in öyküsünü anlatir.)

Felsefi bir roman olan Frankenstein, daha çok korku romanı olarak hatırlanır. Öyle ki, kitabı okumayıp filmini seyretmeyenler için bile Frankenstein adı bir korku unsuru olmuştur. Gerçekte Frankenstein korku veren roman kahramanı değildir. Roman toplum dışına itilen, kendi savaşını veren ve bu savaşta yenilen farklı insanların acıklı öyküsüdür aslında. Romanın kahramanı Dr. Frankenstein hastalıklara son verebilmek için insanı yeniden yaratmayı, böylelikle de ölümsüzlüğe ulaşmayı istemektedir. Deneyleri sonucunda Frankenstein diye bildiğimiz ucubeyi yaratır ama ondan memnun kalmaz ve kaçar. Yaratık ise kendisini yaratanı tanıyordur ve neden insanların ondan korkup kaçtıklarını bilmiyordur, babasını (Dr. Frankenstein'ı) bulup, ondan hesap sormak ister. Yüreği müşfik, mizacı yumuşak olsa da görenlerde korku uyandırdığı için toplumdan tecrit edilir. Frankensteın bir aileyi izlemeye başlar. Ailedeki fertlerin birbirlerine karşı duyduğu sevgiyi görür ve kendisini yalnız hisseder. Babasından(Dr. Frankenstein)bir eş ister ama Dr. Frankenstein onun duygularını önemsemez. Yalnızlığı arttıkça acımasızlaşır ve kendisini yaratandan korkunç bir şekilde öc almaya girişir.

Yaratıcısı Dr. Frankenstein, bilimsel kibrinin, Tanrı'nın yerine geçmeye arzusunun, kadının rolüne soyunmak ve canlı bir varlık "doğurmak" istemesinin bedelini ödeyecektir. Ucube ve yaratıcısının Mont Blanc'ın gölgesinde karşı karşıya gelmeleri ve kutbun ıssız ve vahşi arazilerinde birbirlerini kovalamaları, bir karabasanın sarsıcı etkisi içinde anlatılır.

Yaratığın, tanrısına başkaldırmasını işleyen romanda, Mary Shelley de tanrıya yaşadığı mutsuzlukların sebebini sormaktadır. Annesinin ölümüne sebep olmasının acısı (annesi onu doğururken ölmüştü), mutsuz ve yalnız çocukluğu, sorunlu eşi, ölen çocukları nedeniyle, yarattığı kahraman aracılığıyla tanrıya başkaldırır: -"Madem beni sevmeyecektin, beni neden yarattın?"


bir de mark twain'den dinleyelim, bu öyküde neler gizli:

[ frankenstein took some flesh and bones and blood and made a man out of them; the man ran away and fell to raping and robbing and murdering everywhere, and frankenstein was horrified and in despair, and said, "i made him, without asking his consent, and it makes me responsible for every crime he commits. i am the criminal, he is innocent." ... [that's exactly] the case of god and man... god made man, without man's consent, and made his nature, too; made it vicious instead of angelic, and then said, "be angelic, or i will ill punish you and destroy you." but no matter, god is responsible for everything man does, all the same; he can't get around that fact. there is only one criminal, and it is not man. ]

türkçesi:
[ frankenstein et, kan ve deriden bir adam yaptı; bu adam kaçtı, öldürdü, tecavüz etti, çaldı; frankenstein korku ve umutsuzluk içinde "bu adamı ben yarattım" dedi, "bu adamı kendi isteği ve onayı dışında var ettim; ve bu beni işlediği her suçtan sorumlu kılıyor"; "gerçek suçlu benim, bu adam suçsuz"... işte bu tam tanrı ile insanın durumudur. tanrı insanı ona sormadan yarattı, insanın doğasını da o belirledi. bu doğayı da sadece meleksi bir saflıkla değil, öfke ve kötülük ile de doldurdu. ve sonra da buyurdu insana: "melekler gibi ol, yoksa seni cezalandırırım ve yokederim." herşeye rağmen, insanın yaptığı herşeyden tanrı (yaratan) sorumludur; ve tabi ki bu gerçek asla değiştirilemez. tek bir suçlu vardır aslında, ve bu suçlu insanoğlu değildir. ]

Tuesday, November 11, 2008

Seviyorsam

Nasılsa öyle yaşanacaktı
Söylenecek bir bahane hep vardır
Ha bugün yalnız
Ha günün ötesi
Seni sevmek
Beni harcamak olmayacaktı
Sana yüklediğim anlamları
Senmişsin gibi düşünme
Aldanırsın.
Sen o anlamlarla
Sadece bende varsın
Ben seviyorsam
Sen bahanesin

Özer Bal

Wednesday, November 5, 2008

Global krizde sinsi oyunlar

Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde döviz kurlarının düşük kalması, hatta daha da düşürülmesi için George Soros ve benzeri diğer büyük global oyuncularca çok büyük çaba sarf edilmektedir.
Bunlar batının gelişmiş ekonomilerinin yöneticilerini ve merkez bankalarını, IMF ve Dünya Bankası gibi global finans kurumlarını da ortak amaçları konusunda ikna ettiler.

George Soros’un ve benzeri diğer büyük global oyuncuların aşağıda belirttiğim amaçlarına uygun olarak ABD Merkez Bankasından, batılı ve diğer gelişmiş ülkelerin merkez bankalarından, diğer güçlü bankalarından, Dünya Bankası, Avrupa Kalkınma Bankası ve IMF den istedikleri şu şekilde özetlenebilir.
—ABD, Avrupa ve Japonya Merkez Bankaları'nın ve IMF'in bu maksatla Brezilya, Macaristan, Polonya ve Türkiye gibi ülkelerin merkez bankaları ile “swap” anlaşmaları yaparak onlara yeterli miktarda dolar kredi sağlanması istenmiştir.
—IMF döviz darlığı olan Türkiye, Macaristan, diğer doğu Avrupa ülkeleri, Pakistan gibi ülkelere popülist harcamalardan vazgeçmeleri koşulu bile aranmadan kolayca borç vermelidir.
—ABD ve Avrupa bankalarının gelişmekte olan ülkelere açmış oldukları kredileri geri istemesi engellenmelidir.
—ABD ve Avrupa gelişmekte olan ülkelere batıdan yapılacak ihracata da ihracat kredisi vermelidir ki gelişmekte olan ülkeler gelişmiş ülkelerin mallarını kolayca ithal edebilsinler.

George Soros gibi global fon sahipleri ve yöneticileri gerçekte niçin bu sürecin fikir babası olup başlattılar?

Aşağıda belirttiğim batılı ülke çıkarlarının yanı sıra, onlara ilave olarak hem bu fonların hem de batılı ülkelerin başka ortak çıkarları da bu süreci gerektiriyor. Bu fonların gelişmekte olan Türkiye gibi ülkelerdeki sıcak para (portföy) yatırımları, kriz nedeniyle merkezlerinde ortaya çıkan acil para ihtiyaçlarını karşılamak üzere, yerel para cinsinden (Türkiye’de lira cinsinden) yatırımlardan çıkması gerekiyor. Ancak gelişmekte olan ülkelerdeki döviz darlığı nedeniyle bu fonlar yerel paradan, örneğin Türkiye’deki lira portföylerinden dolara dönüşe geçince döviz kuru yükseliyor. Mesela Türkiye’de dolar kuru 1.8 olduğunda, elindeki lira portföyü ile sıcak para Türkiye’den 60 milyar dolar alıp merkezlerine götürebilecekken, dolar kuru 1.2 olduğunda 90 milyar dolar alıp götürebilecektir.

Yani sadece Türkiye’den aynı miktar lira ile 30 milyar dolar daha çok götürebilecektir. Brezilya, Meksika, Güney Kore, Singapur ve daha çok sayıda gelişmekte olan ülkeleri hesaba kattığınızda bu mekanizmanın Soros gibilere sağlayacağı fayda ( bu ülkelere vereceği zarar) yüzlerce milyar doları bulmaktadır. İşte Soros gibilerinin batılı devlet ve kurumları gelişmekte olan ülkelere kredi seferberliğine yöneltmesinin önemli sebeplerinden birisi budur. Lira portföylerinden daha çok dolar sağlamak. Halbuki IMF ve FED in bu ülkelere vereceği krediler dolar olarak verilecek ve dolar olarak herhangi bir erime, azalma söz konusu olmayacaktır.

Gelişmiş batı ekonomileri ve onların büyük oyuncularının çıkarları neleri gerektiriyor?

Global oyuncuların uygulamaya koydurduğu kredi mekanizmaları gelişmekte olan ülkelerin bağımlılığını artıracak ve batının mallarına harcama yapmalarını, batının üretimini ve gelirini artırmada ve durgunluktan çıkmasında etkili olacaktır.

Onlara göre, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin batının gelişmiş ülkelerinden ithalatları azalmamalı, mümkünse artmalıdır. Böylece gelişmekte olan ülkelerin ithalatı ile kendi ekonomileri taleple beslenip kendi vatandaşlarına gelir yaratırken (tabii ki bu Türkiye için yerli üretimi, vatandaşlarımızın gelirini azaltan tersine bir etkidir) aynı zamanda batı ekonomilerine bağımlılıkları devam edecek ve mümkünse artacaktır. Bu nasıl sağlanabilir. Elbette bu ülkeler borçlandırılarak. Batının serbest piyasa finans sistemi bu borçlandırmayı şimdiye kadar kendiliğinden yapıyordu.

Fakat şimdi krize girdi ve yapamıyor. O halde gelişmekte olan ülkelerin bu borçlanıp bağımlı kalma, kendi öz üretimlerine dönme yerine batıdan ithal etme alışkanlıklarını sürdürebilmeleri için batının büyük oyuncularının çareler bulmaları gerekiyor. Ne olabilir bu çareler? Batının özel sektör finans sistemi borçlandırmaya devam edemiyorsa o zaman devlet kurumları devreye girip Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeleri borçlandırmaya devam etmeliler. Batının büyük oyuncuları ve George Soros gibi büyük fonların sahipleri hemen konuyu pişirip batının kamu yöneticilerine benimsettiler ve hem IMF, hem de ( daha da ilginci tarihinde ilk defa) ABD Merkez Bankası (FED) gelişmekte olan ülkelere daha önce görülmedik bir şekilde borç verme yarışına girdiler.

ABD Merkez Bankası, George Soros’un ve batılı diğer büyük oyuncuların yukarıda özetlediğim isteklerine uygun olarak Brezilya, Meksika, Güney Kore ve Singapur’a 30’ar milyar dolarlık “swap” olanağı tanıdı. Bu ülkelerdeki döviz kurları düşmeye başladı. IMF’nin bolca dolar sağlamaya başladığı ülkelerin sayısı da giderek artıyor. Daha yenileri de olacak. Böylece gelişmekte olan ülkelere verilen astronomik borçlarla onları borçlandırıp, ithalatlarını artırıp gelişmiş ülkelerin kendi mallarına talep yaratmak suretiyle gelişmiş ülkelerdeki ekonomik krizi ve durgunluğu aşmayı kolaylaştırmak istemektedirler. Yani krizi aşmada gelişmekte olan ülkeleri borçlandırıp sömürmek bir araç olarak kullanılmaktadır.

Türkiye’de döviz kurlarının düşmesini isteyenler veya bu yönde girişimde bulunanlar bilmeyerek (bazı bağlantılı kişiler ve şahsi çıkarı gerektirenler ise bilerek) George Soros ve diğer batılı büyük oyuncularla aynı amaca hizmet etmektedirler.

Bizim Merkez Bankası’nın döviz satım ihaleleri de Soros ve benzerlerinin amaçlarına hizmet eder, cari açığı iflas edinceye kadar devam ettirir. Bu günlerde ülke çıkarları Merkez Bankasının döviz satım ihaleleri değil döviz alım ihaleleri yapmasını gerektirir. Aksi halde ülke menfaatleri ve döviz rezervleri yabancı fonlara peşkeş çekilmiş olur. Sonuç daha çok dışa bağımlılık, sömürülme ve teslimiyet olur.

Artık cari açık yoluyla yabancı malı tüketmek için yabancılardan borçlanmak, borçlanılan dövizleri düşük kur sayesinde artan ithalatla tekrar yabancılara geri vererek ülke olarak geleceğimizi tüketmekten vazgeçmeliyiz. Daha birkaç ay öncesine kadar söylenen çari açık problem değil borçlanabiliyoruz şeklindeki günü güllük gülistanlık göstermek uğruna geleceğimizi dinamitleme politikası katiyetle geride bırakılmalıdır. Döviz ihtiyacımızı daha çok ihracat yaparak, daha çok turizm geliri sağlayarak, daha az ithalat yaparak karşılamalıyız. Döviz kuru politikası bu amaca yönelik olmalı, tamamına yakını tüketim esaslı hammadde, ara mal ve tüketim malı ithalatına yapılan harcamaları, popülist nitelikli harcamaları azaltıp onun yerine enerji yatırımlarına, verimlilikte dönüşüm yaratacak teknoloji ve kalkınma yatırımlarına harcamalıyız.
Dr. Hamit BOZKURT
Eski Maliye Müfettişi

Sunday, November 2, 2008

Oyun bozan dolar


Dünyanın en büyük ekonomisine sahip ABD sarsılmaya devam ediyor. Hükümetin piyasalara akıttığı paranın artık haddi hududu belli değil, ancak piyasaların toparlanmasına katkısının olmadığı ortada.


Gelişmiş ülkelerin el birliğiyle düşürdükleri faizler kısa bir sure işe yaramıştı ancak istihdam rakamları herkesin tadını kaçırdı. Birçok büyük şirket binlerle ifade edilen rakamlarda çalışanlarının işine son verdi. Batan bankalara uzanan devlet eli kapitalizmin sonu diye algılandı. Avrupa’da benzer eğilimlerin olması banka mevduatlarına garantileri getirdi, bazı bankalar kamusallaştırdı ama bunlar da piyasaları rahatlatmadı.

Bu krizde beklediğimiz en önemli gelişme olan Hedge Fonların bazılarının batması ise yakındır. Geçtiğimiz hafta Amerikan dolarının tüm para birimleri karşısında aşırı değer kazanmasının birincil sebebi olan Hedge Fonlar, piyasadaki yüksek riskli yatırım araçlarına leverage (kaldıraç) kullanarak yatırım yaparlardı. Toksik diye nitelendirilen yüksek riskli yatırım araçları krize sebep olunca ellerinde ne varsa satıp ABD hazine bonolarına yönelen Hedge Fonları neredeyse bütün uluslararası bankalar da takip etti.

Diğer önemli sebep ise ABD dışındaki ülkelerin büyümeyi desteklemek için faizleri hızla düşüreceği beklentisi oldu ve doların dış piyasalarda değerlenmesini sağladı. EURO/USD paritesi son 2 yılın en düşük seviyesi olan 1,25813’e geriledi. Paradoks ama böylece ekonomisi resesyon tehlikesi geçiren ABD’nin ulusal para birimi olan USD en çok güvenilen para oldu.

Ülkemizde ise YTL ve YTL cinsi yatırımlara olan talebin de azalmasıyla kur ve faizde hızlı yükselişler görüldü. Bazı uzmanlar Amerikan dolarının, Türk Lirasına karşı kırılma noktasının 1,70 olduğunu ifade etseler de bana bu onların kişisel dilekleri gibi geliyor. Benim beklentime göre Amerikan doları 1,80’leri de görecektir.

Böyle bir durumda Merkez Bankası’nın sert müdahalesi çok yersiz olurdu. Para Politikası Kurulu geçtiğimiz hafta en doğru kararı verip faiz oranlarında pek bir değişikliğe gitmedi. Bu kaos ortamında faiz oranlarındaki sert hareketler paranın yönünü IMKB’ye değil zaten hızla artan Amerikan dolarına daha çok çevirecekti.

4 Ağustos 2008 de 1,15 YTL olan Amerikan Dolarının bugünlerde 1,72’ye kadar çıkması hiç kimse için iyi bir gelişme olarak yorumlanamaz. Bu kadar sert hareketle Amerikan Doları karşısında değer kaybeden YTL ihracatımıza da faydalı olmayacaktır. Sadece kağıt üzerinde cari işlemler açığımız olduğundan daha az görünecek o kadar. Bu rakam şuan 51 milyar 9 milyon dolar olarak hesaplanıyor. GSMH büyümesi ise şimdilik yüzde 3 civarında olması bekleniliyor.

(bigpara.com)